1 Haziran 2017 Perşembe

Kutuplarda Oruç Nasıl Tutulur: Orucun Manası Üzerine

Orucun Manası

Malum, mübarek Ramazan ayı hânelerimize konuk oluyor şu vakitlerde. Fakat, orucun esas manasını ve mantığını kavrayan, Türkiye'de pek azdır. Hele bazıları, ancak oruç tutmanın tâlî bir hikmeti sayılabilecek ''Fakirlerin halinden anlama'' faydasını, orucun tutulma gayesi olarak sunarak, aslında İslâmiyet'e kötülük ediyorlar. Oruç tutmanın maksadı, fakirlerin halini anlamak falan değildir. Bu belki bir hikmettir. Yani, insan aç kalınca, gayrı ihtiyarî, kendisinin muvakkat olarak çektiği bu sıkıntıya sürekli dûçar olan insanları; biçareleri, evsizleri, fakirleri, yiyecek yemek, içecek su bulamayanları hatırına getirir, onlara üzülür, dertlerine bir deva bulmak gerektiğinin lüzumunu kavrar. Fakat İslâm'ın esas maksadı, bu ''sosyal fayda''yı temin etmek midir? Elbette ki hayır. Zira oruç eğer fakirlerin halini anlamak için tutuluyorsa, o zaman ezelî hikmet gereği, fakirlerin oruç tutmaması, en azından fakirlere orucun farz olmaması gerekirdi ki, bu böyle değildir. İkincisi, eğer oruç fakirlerin halinden anlamak maksadıyla yapılan bir ibadetse, niçin Ramazan ayında sofralar ayrı bir şenlikli yapılıyor, Ramazan gecelerinde ilmî, dinî toplantılar, Karagöz-Hacivat'lı güldürüler yüzyıllardır tertip ediliyor; daha gösterişsiz geçmesi lazım gelmez miydi? İşte, din cahili Müslümanlar, böyle abes laflar ederek İslâm dinini ayağa düşürüyor, sanki mantıksız bir din imiş gibi lanse ediyorlar. Hâlbuki, İslâmiyet'te orucun farz olmasının sebebi maddî iktidarsızlık yaşayanların halini tecrübe etmek değil, Allah için aç kalarak, O'na itaatinin sınırlarını zorlamaktır. Zira oruç; öteki ibadetlere benzemez; belki de namaz, zekât gibi ibadetler, orucun yanında oldukça sönük kalır. Niçin? Zira oruç, İslâm'da tanımlanan öteki ibadetlerin aksine, ''Nefs'' denilen benliğin en hoyratça talep ettiği, en temel arzulardan insanı beri kılar, sırf Allah diliyor diye. Meselâ, yemek yemek ve su içmek insanın en basit iki ihtiyacıdır. Lakin oruç, insanı bunları temin etmekten men eder. Nefs, yalnızca açlık ile susuzluk ile terbiye edilebileceğinden, Ramazan ayı, manevî bir terbiye periyodudur.


Orucu diğer ibadetlerden ayıran başka bir hususiyeti de şudur:

Sırf Allah yasaklıyor diye, biz Müslümanlar, domuz eti yemeyiz. Nâmahreme bakmayız. Faiz almayız. İçki içmeyiz. Fakat bu haramların hemen hepsi, nefsi pek fazla zorlamaz, zira ikâmesi mevcuddur. Misal, zengin bir Müslüman için domuz eti yemek veya yememek mesele değildir, istediği her türlü et türünü yiyebileceğinden, buna maddî imkânı olduğundan, bu onun için uyması çok zor bir kâide değildir. Ticaret erbabı bir Müslümanın faizle imtihanı da pek şiddetli olmaz (günümüzde değişse de), zira ticaret hukuku kurallarına uyarak da kâr edilebilir. Cariyeliğin olduğu eski zamanlarda, ''kadın'' meselesi de Müslümanlar arası bir kavgaya sebebiyet vermezdi.

Fakat oruç, insanın en temel ihtiyaçlarını kısıtladığından, zengini de fakiri de, güçlüyü de güçsüzü de, çadırında iftarı bekleyen bir bedevîden tutun da Rezidansında reklam anlaşmaları imzalayan bir Müslüman iş adamını da, eşit kılar. İftarı bir dakika erken veya geç etmek, onların gücü dahilinde değildir. Bu eşitlik, orucu İslâm'ın en büyük ibadetlerinden yapar; aynı Hac gibi. Orada da bütün ümmet aynı ve eş'tir, tam bir denklik içerisinde...

Vaktin birinde, bir şeyh, müridine bir miktar para vermiş de, demiş işte efendime söyleyeyim, dergâhta şu şu şu kalemlerde mal lazım, erzak lazım, git bunları topla gel. Nedir bunlar; un, şeker, tuz falan, basit tüketim mamulleri. Bu çocuk da, henüz dergâhta genç imiş. Mürşidinin eteğine yapışmasını, kurallara riâyeti pek bilmez imiş. Fakat şeyhin arzusudur demiş, düşmüş yollara. O sırada susamış, gitmiş şeyhin verdiği paranın bir kısmını suya harcamış, içmiş. Sonra, gel zaman git zaman, karnı guruldamaya başlamış. Oturmuş bir hana, mükellef bir sofra kurdurmuş, yemiş, içmiş. Handan çıkarken karnının doymasının getirdiği rahatlık ve teklifsizlik ile bir hanım ile de bir miktar birlikte olmuş. Bu keyif içerisinde kendisine uyku bastırmış; yolda, bir ağacın gölgesine kıvrılıp, uyumuş.

Sonrasında uyanmış. Birden kalbine tarifsiz bir his çökmüş, demiş ki: ''Susadım, su aldım; acıktım, yemek yedim; cinsel açlığımı dindirmek için eril suyumu akıttım; fakat şimdi yine susadım, acıktım ve nefsim yine tatmin olmadı, yine istiyor; şeyhimin parası boşa gitti!''

Yani, insan nefsine yatırım yaparsa, boşa gider; dünyevî lezzetler boştur. Oruç da, işte bu manasızlığı insana gösterir. Bu aydınlanmayı yaşamak ve bu ibadete uymak zor olduğundan, kâfirler bilhassa bu ibadete düşmandır. zira onların taptıkları şeyleri, Müslümanlar ayakları altına alır, tamah etmez, bir de üzerinde tepinirler; dünyanın perdesi yırtılır da ondan.



Kutuplarda Oruç Tutulamıyor Mu?

Şimdilerde başlayan bir tantana var, bu da esasen İslâmiyet'in kurallarının evrensel olup olmadığı hakkındaki kadim tartışmanın bir tezahürü, parçası. Bunlar, ''İslâmiyet'in evrensel değil, lokal bir din olduğu malum olduğu içindir ki, tüm ibadetleri ve bunların yapılış, teşkil şekilleri ancak Arabistan ve çevresindeki iklime bağlı mıntıkalar için uygundur. Meselâ oruç ibadeti bunu çok sarih bir şekilde gösterir: Oruç ibadetinin esası için teşkil edilen kurallar, güneşin doğuş ve batışının gözlenmesi üzerine bina edilmiştir; fakat dünya bir geoid olduğundan, bir takım enlemlerin yukarısında ve aşağısında bu süre zarfı son derece uzuyor, bazı yerlerde güneş altı ayda bir batıyor, bazı yerlerde gökyüzü hiç kararmıyor. Buralarda İslâm'ın teşkil ettiği esaslara göre oruç tutabilmek mümkünâtsızdır, tutulursa da insan takatini aşar; 23 saat açlık mı olur?'' derler.

Tüm bu mugalata, İslâmiyet'i ve Kur'an'ı fıkra fıkra vaz edilen, bir nizamnâme sanmakla alâkalı. İslâmiyet, her detaya, duruma veya vaziyete göre ayrı bir ibadet şekli tespit etseydi, bunların yazılması binlerce sayfa tutar, bunların yorumları ve şerhleri için ayrı birer bilim dalı kurulması icâb eder, aynı günümüzdeki hukuk üzerine yazılan binlerce kitap gibi, bu ibadetlerin nasıl olacağına dair de binlerce eser telif edilmesi lazım olurdu. Hâlbuki Kur'an ve O'nun vaz ettiği nizam ve düzen, madde madde yazılmış bir anayasa hüviyetinde değildir. Sadece temel ve basit esaslar, umumî kâideler tespit edilmiştir. Bunları herkes anlayabilir ve uyabilir. İnsanlara ''66 derece arzının yukarısında namazı şöyle şöyle kılın, çünkü orada güneş hiç batmaz; ama 45 derece boylamı rahattır, orada da şöyle şöyle yapın'' şeklinde bir ibadet tarifi verilebileceğine ancak gülünür. İslâm'ın belirttiği temel esaslar, dünya nüfusunun kahir ekseriyeti için muteberdir; onun bu esaslarına uymayan yerler ise ''ekstrem'' koşulların hüküm sürdüğü mıntıkalardır. Arapların güzel bir sözü vardır; ''Hüküm nadire göre değil, galibe göredir'' derler; yani çoğunluğa, ekseriyete göre bir şeyler takdir edilir. İslâm da bunu yapmıştır. Geri kalan yerler için de yine insanlara çıkış yolunu göstermiş, mezhepler de böyle doğmuştur. İslâmiyet'in temel esaslarına uymayan yerlerin var olması, İslâm'ın tespit ettiği esasların yanlış veya eksik olduğu manasına gelmez. Meselâ Hanefîlerde vakit, namazın bir icâbıdır; vakit girmeyen yerde namaz kılınmaz; kutuplarda yaşayan bir Müslüman senede beş kez namaz kılar. Fakat bu, böyle zor bir bölgede yaşayan bir Müslüman için, haklı bir müsaadedir. Şimdi buna bakıp da, ''Allah niçin yatsı namazının vaktini böyle koymuş'' demek gülünçtür, zira her yere ve duruma göre farklı bir ibadet vakti belirlemek imkânsızdır. Hanefîlere göre, yatsı namazı vakti girmiyorsa, yatsı namazı kılınmaz, iş biter.

Peki oruç için ne söylenebilir? Orucun farz olması vakitle olmadığından, kutuptaki adam da, Arabistan'daki bedevî de, Ramazan'a eriştiği vakit oruçla mükellef olur. Peki aylarca aç mı kalacak? Elbette ki hayır. Yüzyıllar öncesinde yazılan ve İbn Âbidin'in müellifi olduğu Redd'ül Muhtar'da dahi, bu bahis geçer: saat tutarak geceleri yeyip içilecek kadar bir vakit ayırmak (sahur yapabilmek için saatleri hesaplamak), oraya en yakın beldenin imsakiyesine uymak veya eda etmeyip kaza etmek. Bunların hepsi bir ihtimaldir ve üçü de doğrudur; ''Neden herkes aynı saatle oruç tutmuyor, neden bir tanesi belirlenmiyor?'' suali, mantıksızdır; zira bunlar İslâm'ın tespit ettiği genel esaslara uymayan ve zarurî olarak insanların çözüm ürettiği meselelerdir, dolayısıyla birbirine uymaması tabiîdir. Bu sebeple, ''Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır'' hadis-i şerifi vârid olmuştur. Üstelik, kuzey ve güneye doğru gidildikçe, orucun tutulması rahatlaşır; çünkü oruçta açlık değil, susuzluk insanı zorlar ki, bu vakte kadar soğuk memleketlerde oruçla alâkalı bir şikâyet gelmemesi bundandır, nüfusun az ve yaşamın rahat, dertsiz olduğu bu tür mıntıkalarda, en uzun müddetle oruç tutulmasına karşın, oruç insanı zorlamaz. 

Bu tür soruların bir ileri merhalesi de, ''Mars'a gittik, orada namaz nasıl kılacağız, kıbleyi nasıl tespit edeceğiz'' gibi bir şey olsa gerek. Cevabı da basittir, dünyaya dönüp kılarsınız... Allahuâlem!




2 yorum:

  1. Selamün Aleyküm kardeşim.Senin Gazali ile ilgili bir yazın vardı ekşi'de onun linki atar mısın bana sana zahmet?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ve Aleykümselam,

      İlgili entry'nin linki burada: https://eksisozluk.com/entry/45708623; fakat bu blogda da yazdım detaylıca, aşağıda okuyabilirsin.

      Sil