22 Aralık 2017 Cuma

Tarz-ı Hayatımız ve Modern Çağ

''Zevkleri bir bıçak gibi kesen ölümü çok hatırlayın!'' (Hadis-i Şerif)

Abbasîlerden Osmanlılara, bir Müslüman şehri; toplumun organik yapısına riâyet edilerek dizayn edilmiş, geniş bir külliye biçimdeydi. Doğayla iç içeydi; baharın gelişiyle açan bir yaprak veya kışın bastırmasıyla düşen ilk karın müşahedesi mümkündü. Ölüm ve doğum, yan yanaydı. Mezarlıklar bugünkü gibi yüksek duvarlarla örülmemişti. Hatta insanlar bir yere gidecekleri vakit, mezarlıkların içerisinden yürüyerek giderlerdi; bu onların da bir gün öleceğini onlara anlatmanın en mükemmel bir yoluydu. Organik toplum anlayışı uyarınca, herkes herkesle ilgili ve alâkadardı; ''mahalle kültürü'' denilen şeyin aslı, bir cami etrafında kurulmuş bir şehrin tecessümüydü. ''Lonca, Ahilik'' gibi müesseseler, çıraklara meslekten evvel adâb, usûl ve ahlâk öğretirdi. Bu vasıfları uzunca bir müddet taşıyan Müslümanlar, en az Rusya kadar fakir bir memleket olduğu hâlde Karl Marx'ın Türk çiftçisini ''Avrupa'nın en ahlâklı köylüsü'' övmesinin aslî sebebidirler; zira Türkiye'de uzunca bir müddet müreffeh Avrupa kıt'asında dahi görülen âdilikler, suçlar o kadar yaygın bir şekilde yaşanmamıştır.

30 Kasım 2017 Perşembe

Neden Bir Demokrat Değilim?


Denilebilir ki, dünya tarihindeki muhtemelen en başarılı sahte din, demokrasidir. Bugün siyaseti ve uluslararası ilişkileri belirleyen en önemli lafız, siyasîlerin ağzına pelesenk olan, en büyük diktatörlerin dahi ağzından düşürmediği ''demokrasi'' lafzıdır. Darbeyle iş başına gelenler, kendi güçlerini arttırmak için halklarının yarısını katledenler, kendi kararını tanımayan meclisi polis zoruyla dağıtanlar, tüm makamlarını üzerlerindeki askerî üniformalara borçlu olanlar dahi, kendilerinin büyük birer demokrat, ülkelerinin de demokrasi olduğu iddiasındadırlar. 

Lakin bilindiği üzere, demokrasi diye diye kafayı yiyenler de dahil olmak üzere, en büyük demokrasi havarileri dahi, demokratik süreçler neticesinde kendi isteklerinin aksi bir karar çıktığı zamanlarda, tüm demokrat kimliklerini bir kenara fırlatıp her şeyden şikâyete başlarlar: halk kandırılmıştır veya kendi kendisini yönetme becerisinden mahrumdur, aptaldır; demokrasi aslında sandık demek değildir, icâbında demokrasi uğruna sandık dahi tanınmamalıdır; zaten demokrasi mühim olmayan konularda önemlidir, ehemmiyeti hâiz meseleler de o meseleye hâkim kişilerin görüşleri alınmalıdır vesaire... Bu tür itirazlara biz de ülkemizde pekala aşinayızdır. Zira insanoğlu, bugün demokrasiyi sorguluyor ve ona dair olan saçma sapan inancını yitiriyor. Zira artık üç beş politikacıdan birini seçmenin ''kendi kendini yönetmek'' olmadığını ilkokul çocukları dahi öğrenmiş vaziyette...

18 Ekim 2017 Çarşamba

Bir Kültür Travestiliği: ''Tengricilik''

Ekşi Sözlük'te geçirdiğim neredeyse üç yıl boyunca anladığım birkaç şey var. Bunlardan bir tanesi kendisine ''Kutsal Bilgi Kaynağı'' nâmını uygun görmüş bu portalın süzme gerizekâlılar tarafından işgal edilmiş olması iken ikincisi, Ekşi Sözlük'te çeşitli partilerin örgütlendiği, bunların birkaç kişi tarafından sanki farklı kişilermiş gibi, farklı hesaplar satın alınmak sûretiyle tek bir merkezden yönetildiği (Komünist Partililer bilhassa bunu çok yapıyorlar, gerekirse isim de veririm), üçüncüsüyse bu platformun tamamen bir psikolojik harb vasıtası olarak kullanıldığıdır. Ekşi Sözlük'ten korkmak, kaçmak, girmemek ancak şahsın kendisini sinirlilik halinden muhafaza edebilir. Hâlbuki zehir yayılıyor. Türkiye'de sosyal medya kullanan, kafası çalışan, hakikaten başarılı binlerce Müslüman genç olmasına karşın kimse böyle şeylere mesai harcamak istemiyor. Lakin mücadele Ekşi'de de devam etmeli. Biz de bunu adâbınca sürdürmeye çalışıyoruz. Bugün ise, bu sözlükteki en gerizekâlı ve habis topluluktan bahsedeceğiz: Tengriciler, yani Neo-Şamanistler.

1 Ekim 2017 Pazar

31 Mart Vak'ası

31 Mart Vak'ası, tarihimizin sıkça tartışılan olaylarından bir tanesidir. Üzerinden bir asrı aşkın bir vakit geçmesine rağmen, halen daha bu olayda tam olarak ne olup bittiği aşikâr değildir. Lakin, meselenin esasına da henüz değinen fazla olmamıştır; zira Türkiye'de bu olayı ''bastırılan bir gerici isyan teşebbüsü'' olarak göstermek resmî ideolojinin işine daha çok gelmiştir. Yoksa hakikî veçhesiyle, ''parayla tutulmuş eşhasın, İTC adına padişahı indirmek üzre düzenlediği bir tertip'' olduğu bilinseydi, bir zamanların ''Hürriyet Kahramanları''nın adı kötüye çıkardı. Neyse ki bugün bu hakikatler az buçuk yazılıyor, çiziliyor ve biliniyor. Bu satırlarda da bunlar icmâl edilecek; yani derlenip toplanacak ve tekrar edilecek.

23 Eylül 2017 Cumartesi

Kader Nedir?

Allahü Teâla'nın kadim ilminin icmâlen (topluca) eşyaya bağlanmasına kazâ, bu ilmin tecelli etmesine de kader denir. Ehli Sünnet mezhebinde Eş'arî ve Matüridî kader inancı farklıdır. bunlar mütalaa edilirken, insanın kalbine şüphe düşebilir; ''özgür irade'' meselesi sual edilebilir. bu mevzular ince birer mesele olduğu için, anlaşılması için İslâm âlimleri çok risâle yazmışlardır. Bu izahatlar, umumiyetle Matüridî itikadına bağlı hanefî âlimler tarafından yapılmıştır.

Poligami (Çok Eşlilik)

Poligami, çok kadınla evlenme demektir; yani çok eşlilik. teaddüd-i zevcât.

İslâmiyet gelmeden evvel inkişaf etmiş olan büyük hukuk sistemlerine hızlıca bakılırsa, bunları üç adede kadar indirmek mümkün olur: Hıristiyanlık, Yahudilik ve Roma Hukuku. Bunların hepsinin hukuk metinlerinde çok eşlilik tahdid edilmeden (sınırlanmadan) meşrû görülmüştür. Hıristiyanlıkta ortodoks görüş belki tersidir amma, Martin Luther gibi protestanların verdiği müsaade ve icazetle Hesse dükü Philippe, Prusyalı Friedrich Wilhelm ve İngiltere Kralı VIII. Henry çok eşli bir yaşam sürmüşlerdir. Mormonluk mezhebi, aynı Anabaptistler gibi çok eşliliği câiz görür. Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos'un Alman Kontes Berthe von Sulzbaeh ile evli olduğu halde yeğeni Theodora ile de evlendiği rivayeti, oldukça meşhurdur. Büyük Karolenj İmparatoru ve Batı Roma Tacunı ihdâs ettiği iddiasında bulunmuş Charlemagne'nin çok sayıda odalığı ve iki karısı vardı. Roma'da çok eşlilik yasak olsa da, cariyelerle sınırsız cinsî münasebet kurulabiliyordu. İslâmiyet geldiğinde ise bunların adedini dört olarak sınırlamıştır. Osmanlı son devir Şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi, bu meseleyi şöyle hülâsa ve izah etmektedir:
Şer'î hukukta tek evlilik esas, çok evlilik ise istisnadır. Buna ancak ihtiyaç ve zaruret gibi durumlarda başvurulur. Çünkü umumî telakkilere göre evlenmek üç sebeple olur: insan neslinin devamı, bir başkasının namusuna tecavüzden ve zinadan sakınarak iffetli yaşamak ve ev işlerinin güzel bir şekilde tanzimi, mal ve çocukların muhafazası, sevgi ve saygı ile beraber iş yürütme kaygısıdır. Bir kadın çocuk sahibi olamadığı zaman evliliğin ilk sebebi yerine gelmeyip, insan neslinin intikâı neticesini verir. Eğer zevce çok yaşlı ve güçsüz veya bir hastalığa müptelâ olup da zevcinin gücü kuvveti yerinde ve sıhhatli olursa, evliliğin ikinci sebebi zayi olur. Bu durumda zevc, başkasının namusuna göz dikebilir, zinaya düşebilir. Bir diğer husus da, kadın müsrif, sefih, serkeş, hain ve kötü huylu olursa, evliliğin üçüncü sebebi de yok olmuş olur. Bu sebeple taaddüd-i zevcâta müracaat olunurdu. Dünyada kadınların sayısının erkeklerden fazla ve erkeklerin ömrünün de kadınlardan az olması; bekar ve dul kadınların evlenecek erkek arayarak korunma endişesi; nüfusun artması arzusu da bunun âmilleridir.
Mübahlar devlet emriyle yasaklanabildiğinden, bugün Müslümanların bir kısmı monogamik bir yaşam sürmektedir, bu dine aykırı değildir. Fakat İslâm'ın bu cevazını ve hikmetini hakir görmemek gerekir.

Dört Halifeden Üçünü Kim Öldürdü: Halifelik Müessesesi ve İtirazlara Cevaplar

Cevap veriyorum: Hazret-i Ali'yi bir Haricî, Hazret-i Ömer'i Fars civarındakiler tarafından tutulmuş bir Mecusî, Hazret-i Osman'ı ise el-Gafıkî adında bir Yahudi öldürdü. Hiçbiri Ehl-i Sünnet, alelâde, bildiğimiz Sünnî, sahabe dostu bir Müslüman değildi. Şiîlerin ve Yahudi oryantalistlerin (Bernard Lewis, ki vasat bir tarihçidir, tüm ününü Ermeni meselesindeki pro Türk tavrına borçludur) ''Öyle bir adam yaşamadı'' dediği İbn Sebe gibi Müslüman görünümlü, Şiî ve Yahudi tiplemesinin tertip ettirdiği bir suikasti Müslümanlara yüklemek, oldukça enteresandır. Şimdi mutlu musunuz? Suâliniz yanıtı budur: ''Madem halifelik muhteşem, râşid halifelerinizi siz öldürmediniz mi?'' diyorsunuz ya hani, biz öldürmedik işte; Haricîler, Yahudiler ve Mecusîler öldürdü.

Fakat meseleyi böyle izah edince, yazı da pek kısa göründü gözüme. O zaman halifelik müessesesini biraz tetkik edelim. Artık arada böyle kısa kısa yazılar da yazmak emelindeyim.

28 Ağustos 2017 Pazartesi

''Arap İhaneti''nin Aslı

''Araplar bize ihanet etti'' lakırdısı, milliyetçi Türk tarih yazımının en mühim ulus-devlet inşa argümanlarından bir tanesidir. Türkler; yüzlerce yıldır hakkaniyetle yönettikleri Arabistan'da, durup dururken, bir anda, topyekûn bir ihanet ve isyanla karşılaşmış, Arabistan bu sebeple kaybedilmiş ve düşmana yenilmeye sebep olmuştur. Zira Araplar, bu tür hareketlere meyyâl, nasipsiz bir ırk imiş ve Türklerin üstünlüğünü bir türlü anlayamamışlar. Yalan ve tezviratlarla dolu bu tarih yazımı, ne yazık ki binlerce gencin aklını bulandırıyor. Hâlbuki hiçbir şey durup dururken gerçekleşmez; ki, bu ''ihanet'' denilen şeyin ne kadarının gerçekleştiği, Osmanlı subaylarının kaçının Arabistan'ı düşmana peşkeş çekme isteği olduğu gibi hususlar da, bilerek bu tarih yazımının dışında bırakılmışlardır. Lakin, hakikatler elbet bir gün açığa çıkar.

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Neden Japonya Olamadık?

Bugün, modern Japonya, halen bir kraliyet olup, Beş Trilyon Dolara yaklaşan Gayri Safi Yurtiçi Hasılası ile Avrupa Birliği'nin topyekûn nominal GDP'si hariç bırakılırsa, dünyanın üçüncü en büyük ekonomisine sahiptir. 

Kişi başına düşen millî geliri, 40.000 Dolar civarında olup, Türkiye'nin yaklaşık dört katıdır. Elinin altında Honda, Conan, Sony, Toyota, Nissan, Toshiba, Bridgestone, Mitsibushi, Hitachi, Panasonic gibi elektronik, otomotiv gibi alanlarda faaliyet gösterip yüksek teknoloji içeren ürünler üreten onlarca şirketi vardır ve bunların hemen hepsi, dünya çapında rekabete girmekte ve uluslararası pazarda büyük yer tutmaktadır. Japonya'nın bu göz kamaştıran ekonomik durumu, Japonya'nın son iki asrına bakmamış olanlar için garip gelmeyebilir, fakat bunu yapanlar umumiyetle etkilenmeden duramazlar. 19. yüzyılın ortalarına kadar kendi başlarına bir arkebüs tüfeği dahi yapmaktan aciz olan, Avrupalılar tarafından ''kafasız, medeniyetsiz sarı ırk'' diye aşağılanan bu ada ülkesi, tam iki yüzyıl boyunca Avrupa tipinde bir devlet, bürokrasi ve ordu kurmaya çalışmış olan Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi Avrupa ile münasebetleri ve ortak tarihi çok daha fazla bulunan ülkeleri yalnızca yarım asırlık bir modernizasyon serüveniyle geçmiş, Rusları da 1905 Mançurya Savaşı'nda perişan etmişlerdir. 18. yüzyılın sonlarına dek dünyanın yuvarlak olduğuna ikna olmayan ve Konfüçyüs'çü evren modelinin ''kare dünyasına'' iman etmeye devam eden Japon halkı, 1949'da Nobel Fizik Ödülü'nü Tokyo'ya götürmeye muvaffak olmuşlardır. Bu başarının, sür'atli ve çabuk kalkınmanın ardında yatan miras nedir? Veya Japonya'yı bu denli özel kılan şey nedir; niçin Osmanlılar, Japonlardan yüzyıllarca çok daha ileri bir kültür ve medeniyet sahibi olmalarına, her daim devletleri Çin işgaline uğramış bu ada halkının karşısında kendi devletleri uzunca bir müddet Avrupa'yı askerî, ilmî ve teknik anlamda kasıp kavurmuş olmalarına rağmen geri kalmışlardır? 1875'de daha Japonya'da demiryolu veya telgraf yokken, memleketi 36.059 kilometre telgraf hattı ve 4.632 kilometre konvansiyonel demiryolu ile donatan Osmanlılar; 1895'te Yawata'da ilk millî çelik fabrikasını kuran Japonya'yı niçin izlemek durumunda kalmışlardır? Bu vaziyetin izahı kâbil midir? İşte bu yazının maksadı, okuyucuyu bu mesele hakkındaki mezkûr suâllere yanıt aramak ve bulmak. 

18 Ağustos 2017 Cuma

Osmanlıların Çöküşü ve Avrupa'nın Yükselişi

Denilebilir ki, dünya üzerinde feodal dönemdeki en başarılı bürokratik-askerî ve mülkî işleyişe sahip devlet, Osmanlı İmparatorluğu'dur. Ve yine denilebilir ki, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu denli Avrupa'nın çok ilerisinde olan devlet düzeninin mükemmelliği, onun Avrupa karşısında geriye düşmesine neden olan en önemli âmildir. 

Evvelâ şöyle başlamak gerekiyor: Feodalizm nedir? Feodalizm, esas itibariyle Roma İmparatorluğu'nun son döneminden itibaren Avrupa'nın temel iktisadî ve idarî modeli olmuş bir ekonomik sistemdir. Roma İmparatorluğu, bilinen dünyanın büyük bir kısmını fethetmiş ve bunları karmaşık bir yol, kanal sistemi ile ihya etmişti. İmparatorluk büyüdükçe, iç ve dış sorunlarla baş edilememeye başladı. Zenginleşen kesimin kendi çiftliklerini (latifundia) kurarak şehirlere göçmeleri ve tüketici sınıfına dönüşmeleri, uzak bölgelerin merkeze akıttığı değerlerin miktarından ötürü artık kendi kendilerine yetememeleri ve merkeze başkaldırmaları bazı siyasî, ekonomik ve sosyal sorunlara yol açtı. Bir müddet sonra aslen Cermen kavminden olan göçebe ve barbar ırkların Roma nizamına başkaldırması, Kavimler Göçü gibi ciddi ve dünyayı sarsan olaylar neticesinde, yapılan bu karmaşık yollar işlememeye başladı; zira yolların güvenliği sağlanamıyordu. Şehirler talan edildi, birçoğu terk edildi. Köprüler çöktü, kanallar ot ve bitki artıkları ile kaplandı. Şehirlerdeki nüfusun azalışı, ticaret yollarının da güvenliğinin temin edilememesi sebebiyle, bu latifundia denilen çiftlikler kendi ürünlerini pazarlayamaz olduklarından, kendi ellerindeki malları yine kendileri tüketmek sûretiyle kapalı ekonomiler oluşturdular. Roma İmparatorluğu ikiye bölünürken Avrupa'nın büyük kısmı, bu barbar kavimler tarafından istila edildi ve bunlar kısmen medenîleşmelerine karşın, şehir yaşantısından ve kuvvetli bir idarî, hukukî sistemden mahrum olduklarından, Roma'nın son dönem, bozuk toprak düzenini devam ettirdiler. Bunlardan Frank kökenli Mevorenjler, Hıristiyan oldular. Bir süre sonra krallıklarını nâiblikleri vazifesini yürüten ve sonradan bir diktatör olan Pepin'e kaybettiler ve yerlerine bunun soyundan inen Karolenjler geldi. Karolenjlerin efsanevî hükümdarı Charlemagne, öteki Cermen boylarını yenerek Avrupa'yı yeniden bir anlamda birleştirdi ve kendisini yeniden ''Batı Roma İmparatoru'' ilan etti. Papa III. Leo'nun elinden taç giyen bu Frank, barbar kavminin âdetlerini Roma nizamıyla ve Hıristiyanlıkla birleştirerek ''Feodal'' sistemi Avrupa'ya miras bıraktı, zira ölümünden sonra Karolenjler de parçalanmış ve Avrupa yeniden kaotik günlerine dönmüş; latifundialar da birer asil lordun himayesine sığınmak zorunda kalmıştı.

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Devrim Değil Darbe: 1908

Midhat Paşa layığı olan cezayı bulduktan sonra, Sultan Hâmid'in an'anevî, dindar ve geleneksel idaresine muhalif olan bir akım ortaya çıktı. Osmanlılarda burjuva sınıfı gelişmediğinden (çünkü Osmanlı devlet telakkisinde tüm mülk tastamam padişahındır, ancak o kiraya verir ve ölümden sonra müsadere usûlüyle geri alır, yeniden dağıtır. Bu sebeple miras yoluyla devlet görevlilerinin malları varislerine intikal etmemiş, böylece padişahtan ayrı güçlü nüfuz sahibi bir sınıf teşekkül etmemiştir. Avrupa'da ise aristokrasi böyle gelişmiştir), Avrupa tipinde eğitim alan üç grup vardı: memur sınıfı (bürokrasi), askerler (ordu) ve çeşitli meslek erbabı (tabib, mühendis, öğretmen ve hukukçular, bilhassa ilmiye). İlmiye geleneksel rolü icâbı devletin genişlemesine ve dini ihlâl etmesine muhalif iken ordu ve bürokrasi devletin modernleşmesi hususunda fikir birliğindeydiler. Bunların zayıf aklına göre eğer devlet yabancı tebaasına temsiliyet verirse, o zaman tüm milletler milliyetçiliği bırakıp Osmanlılık kimliği altında bir araya gelecekti. Bu safdil hülyaya kapılan gençler, hiçbir meşrutiyet özelliği göstermeyen 1876 anayasasının yeniden ilanını istiyorlar, bu yönde neşriyat yapıyorlardı. Hâlbuki tüm dünyada milliyetçiliğin yükseldiğini görmelerine rağmen, yabancı elçiliklerde düşüp kalkmanın verdiği güvenle bu safdil hayale inanıyorlardı; içlerindekilerin çoğu da Türk ve Müslüman değil; gâvur, hatta zındık ve mürted idi. Fakat bu gençlerin başlarındaki zata, yani Sultan Hâmid'e olan nefretleri ferasetlerini kör kılmış idi. Öyle ki, bu süreçte İttihatçıların sırf Sultan Hâmid sürdü diye Şerif Hüseyin'i Mekke Emiri yapıp Arap isyanı çıkartmaları, Ermeni komitacılarla Sultanı indirmek için anlaştıktan 15 sene sonra yüz binlerce Ermeniyi sürüp, katledip başımıza Ermeni Meselesini açmaları gibi garabetler, şüphesiz bu ferasetsizliğin eseridir.

Bugün, İttihad ve Terakki Cemiyetinin aslında yabancı istihbarat servisleri tarafından kurdurulduğuna dair elimizde vesikalar ve deliller dahi vardır. Bu yazımda hülâseten kuruluşundan 1908 devrimine değin birkaç şeye değinmek niyetindeyim.

21 Haziran 2017 Çarşamba

''Hürriyet Şehidi'' (!) Midhat Paşa'nın Hakikî Sicili

Türkiye'nin günümüzde yaşadığı problemlerin ve sosyal kırılmaların temeline bir bakış attığınızda, göreceğiniz ilk şey ihanet olacaktır. Bakmaya devam ettiğinizde ve hainlerin izini sürdüğünüzde de, karşınıza altın, yaldızlı ve kocaman harflerle bir İttihad ve Terakki Cemiyeti flaması çıkması pekâlâ muhtemeldir. Bunu insanlara söylediğinizde büyük ihtimalle tepki alırsınız, zira İttihad ve Terakki, bu ülkenin kuruluş ideolojisinin sacayaklarını oluşturmuş bir partidir ve aynı zamanda Mustafa Kemal'in de bir dönem mensub olduğu (fakat lider takımı, bilhassa Enver Paşa ile ters düşünce fikren bağlı kalsa da, siyasî olarak ayrıldığı) bir cemiyet olması hasebiyle, resmî ideolojinin tarih algısı içerisinde mühim bir yer işgal eder. Türkiye'nin öğrencilerine bellettiği tarih şuuru Osmanlı son dönemi hakkında hülâseten şöyle der: ''Osmanlılar gerilemeye başlamış idi. Liyakat yoktu. Herkesin canı padişahların iki dudağı arasındaydı. Bağnazlık (İslâm demek istiyorlar, lakin dilleri varmıyor) altında halk inim inim inliyor, padişahlar zevk ve sefa sürüyor, koca bir imparatorluk köhneyerek çöküyordu. Tam bu sırada II. Mahmud adındaki reformist ve Batıcı sultan, yenilikçi metodlarıyla asrî müesseseler inşa etti. Yeni bürokrat okulları kurdu. Buradan çıkan akıllı mülkî amirler, memleketi imar ettiler ve demokratikleştirdiler. Lakin Abdülaziz adındaki despot sultan tahta çıkınca, bu girişim akim kaldı, Tanzimat'a halel geldi. Allah'a şükür intihar etti de memleket kurtuldu. Büyük Hürriyet Kahramanı Midhat Paşa Sultan Hâmid'le anlaşıp onu tahta çıkardı, fakat bu habis şahsiyet Paşa'yı kandırdı ve tam 33 sene boyunca memleketi tek başına idare eden bir diktatör oldu, zulüm altında inim inim inletti. Midhat Paşa'yı sürgüne gönderip öldürttü. Nihayet bu işin böyle gitmeyeceğini anlayan vatansever, okumuş, namuslu, milliyetçi gençler; İttihad ve Terakki'yi kurdular. Enver Paşa ve Resneli Niyazi Bey önderliğindeki İTC, bu zulmü 1908'de sona erdirerek memlekete demokrasiyi armağan etti. Fakat bizim milletimiz demokrasi için hiç mücadele etmediğinden, bunun kıymetini anlayamadı. Gericiler, şeriatçılar memleketi istila etmek için 31 Mart olayını tertip etti, fakat Mustafa Kemal'in de aralarında bulunduğu kahraman Hareket Ordusu gelerek isyanı bastırdı. Korkaklardan memleketi alan İTC, büyük bir dirayet ve liyakatle imparatorluğu yönetmesine rağmen, Balkan ve I. Dünya savaşları patlak verdi, memleket hiç günahı yokken kendini bir hengâmenin içerisinde buldu. Osmanlıcılık siyaseti sona erdiğinden, milliyetçiliğe başladılar ve en azından Anadolu'yu bunların oluşturduğu Kurtuluş Hareketiyle kurtarıp, Türklere armağan edebildik. Onlar olmasa Kürtler, Araplar, Ermeniler, Yunanlılar memleketi istila edecek, Sevr'i bize dayatacaklardı. Toprakları bol olsun''

Yalanlarla dolu bu paragraf, çok uzun müddettir, bazen ''Türk Tarih Kurumu''ndan atmakla tehdit edilerek kitap yazdırılan, bazen de hakikaten bunlara inanarak maksadlı yayıncılık yapan akademisyenler marifetiyle, sayfalar dolusu tezvirat yapılarak, günümüzde dahi müdafaa edilebiliyor ve İlber Ortaylı gibi bir tarihçi, yazdığı kitabında bir cunta tarafından öldürülen padişah için ''Sultan Aziz öldürülmedi, intihar etti'' gibisinden laflar edebiliyor. Unutulmasın ki, sırf Abdülhâmid'i objektif bir biçimde anlattığı için büyük tarih pîri Yılmaz Öztuna'nın Türk Tarih Kurumu azâlığı elinden alınmış, yine bu kurum tarafından, parayla ve tehditle eskiden Sultan Aziz'in katledildiğini savunan Ordinaryüs Profesör İsmail Hakkı Uzunçarşılı'ya bunun aksini ispat ettiğini iddia etmesi için, ısmarlama bir kitap yazdırılmıştır. Türkiye tarihi, işte yüz yıldır böyle maskaralıklar ile yazılıyor.

Bu seride, İttihad ve Terakki'deki mühim isimleri, kuruluşunu, icraatlarını, geçmişlerini ve ihanetlerini okuyacaksınız. Yazının lüzumsuz uzamaması için, birkaç bölüm halinde yazmaya karar verdim. Bu ilk bölümde, Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve 76 Darbesi ile başlayan süreci ve Midhat Paşa'yı anlatacağım, sonraki bölümlerde de 31 Mart Vak'ası, 1908 Darbesi, Enver-Cemal-Talat Paşa üçlüsü, Balkan ve Trablusgarb Savaşları, I. Cihan Harbi gibi meselelere değineceğim. Vahidüddin-Mustafa Kemal kavgasını ve Abdülhâmid devrini ise bunlardan ayrı, müstakil olarak yazmak niyetindeyim. Kronolojik sırayı takip etmeye çalışacağım.

1 Haziran 2017 Perşembe

Kutuplarda Oruç Nasıl Tutulur: Orucun Manası Üzerine

Orucun Manası

Malum, mübarek Ramazan ayı hânelerimize konuk oluyor şu vakitlerde. Fakat, orucun esas manasını ve mantığını kavrayan, Türkiye'de pek azdır. Hele bazıları, ancak oruç tutmanın tâlî bir hikmeti sayılabilecek ''Fakirlerin halinden anlama'' faydasını, orucun tutulma gayesi olarak sunarak, aslında İslâmiyet'e kötülük ediyorlar. Oruç tutmanın maksadı, fakirlerin halini anlamak falan değildir. Bu belki bir hikmettir. Yani, insan aç kalınca, gayrı ihtiyarî, kendisinin muvakkat olarak çektiği bu sıkıntıya sürekli dûçar olan insanları; biçareleri, evsizleri, fakirleri, yiyecek yemek, içecek su bulamayanları hatırına getirir, onlara üzülür, dertlerine bir deva bulmak gerektiğinin lüzumunu kavrar. Fakat İslâm'ın esas maksadı, bu ''sosyal fayda''yı temin etmek midir? Elbette ki hayır. Zira oruç eğer fakirlerin halini anlamak için tutuluyorsa, o zaman ezelî hikmet gereği, fakirlerin oruç tutmaması, en azından fakirlere orucun farz olmaması gerekirdi ki, bu böyle değildir. İkincisi, eğer oruç fakirlerin halinden anlamak maksadıyla yapılan bir ibadetse, niçin Ramazan ayında sofralar ayrı bir şenlikli yapılıyor, Ramazan gecelerinde ilmî, dinî toplantılar, Karagöz-Hacivat'lı güldürüler yüzyıllardır tertip ediliyor; daha gösterişsiz geçmesi lazım gelmez miydi? İşte, din cahili Müslümanlar, böyle abes laflar ederek İslâm dinini ayağa düşürüyor, sanki mantıksız bir din imiş gibi lanse ediyorlar. Hâlbuki, İslâmiyet'te orucun farz olmasının sebebi maddî iktidarsızlık yaşayanların halini tecrübe etmek değil, Allah için aç kalarak, O'na itaatinin sınırlarını zorlamaktır. Zira oruç; öteki ibadetlere benzemez; belki de namaz, zekât gibi ibadetler, orucun yanında oldukça sönük kalır. Niçin? Zira oruç, İslâm'da tanımlanan öteki ibadetlerin aksine, ''Nefs'' denilen benliğin en hoyratça talep ettiği, en temel arzulardan insanı beri kılar, sırf Allah diliyor diye. Meselâ, yemek yemek ve su içmek insanın en basit iki ihtiyacıdır. Lakin oruç, insanı bunları temin etmekten men eder. Nefs, yalnızca açlık ile susuzluk ile terbiye edilebileceğinden, Ramazan ayı, manevî bir terbiye periyodudur.

7 Nisan 2017 Cuma

Aliya Izzetbegovic Nazi Değildir


Aliya... İsmi anıldığında, bizlere semâya el açıp hakkında Yaradandan rahmet dilemek düşen, eskilerin ''Balkanların Son Osmanlısı'' dediği, yüz küsür senedir hüzün, acı ve gözyaşından başka bir şey görmemiş Müslüman Boşnaklara bir umut ve devlet verebilmiş yegâne devlet adamı. Şiddetten uzak, insanî ve hissî tavırlarıyla dünya çapında milyonlarca insana ilham kaynağı olmuş, dindar bir şahsiyet. Kâfirlerin bugün beğenmediği, meselâ Suriye'deki muhaliflere, ''cihâdcı, katil'' dediği zamanların öncesinde ne cihâdcı, ne de katil olduğu hâlde yine hoşlarına gitmeyen bir adam; zira İzzetbegovic artık bölünmesi mukadder olan, Hırvatların ve Sırpların birbirine girdiği Yugoslavya'da etnik ''Slav'' temeline indirgenmiş, komünist bir devlet ile yaşanamayacağını anlamış ve Bosna'yı ayırmak istemişti. Lakin Srebrenitsa'da Sırplar Boşnaklara soykırım uyguladığı hâlde, Türkiye'nin İslâmofobik solu aynı faşist Ortodoks Sırplar gibi, Izzetbegovic gibi bir adamdan yine nefret ediyor. Lakin taaccüb etmemelidir. Çünkü Müslümanlar ne yaparlarsa yapsınlar, kâfirler onları sevmez. ''Küfür tek bir millettir'' şiârı, adeta Müslümanlara da ''Siz de tek bir millet olunuz ki; gücünüz onlara karşı tükenmesin'' demektedir. Bugüne kadar dönen devranın ve tarihçe-i dünyanın yazdıkları, zaten bu durumu vesikalarıyla ispat eder.

Peki, neden nefret ediyorlar Aliya'dan? NATO'nun kadrolu adamıymış, Yugoslavya'yı bölmek için tutulmuş. Zaten eskiden de bir Nazi işbirlikçisiymiş, eski bir Nazi subayı imiş. Kaynak? Wikipedia'da öyle yazıyor ya! Bir de Sırplar öyle diyor. Bunlar ortalama bir Türk komünisti için gayet makul argümanlardır. Çünkü işin içinde Müslümanlara düşmanlık etme fırsatı var. Tabiî ki, bu iddiaların hepsi yalan. Sırplar tarafından ortaya atılmış, temelsiz argümanlar. Nasıl olduğunu bu satırların ardından anlatacağız.

27 Mart 2017 Pazartesi

Osmanlıları Sevmek Müslümanlar İçin Dinî Bir Vazifedir

Hüzün ve ümidi aynı anda taşıyan bir fotoğraf: Osmanlı subayları, Filistin'de dua ediyor.

Şahsım adına, muhatabımın cehennemde itikadî sapıklığından ötürü ceza görmeyecek olan yegâne fırkaya, yani Ehl-i Sünnet'e tâbi olup olmadığını anlamak için sorduğum suâllerden biri, ''Osmanlıları sever misin?'' sorusudur. Zira Vehhâbîler bu suâle, ''Osmanlılar iyiydi, güzeldi ama bir sûfi devleti idi, tasavvufla iştigal ettikleri için itikadleri bozuktu. Bu sebepten ötürü de nihayetinde yıkıldılar'' derler, sanki El Kaide'den IŞİD'e kadar kurdukları onlarca terörist örgütle zaferden zafere koşmuşlar da, dünyaya bir katkıda bulunmuşlar gibi...

Şiîler, Nusayrîler veya Aleviler bu suâle, ''Osmanlılar bize çok zulmetti, Ehl-i Beyt'e düşman idiler'' diye yanıt verirler; hâlbuki Osmanlıların soyu, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer vasıtasıyla, farklı cihetlerden Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a kadar varır. Bir insan kendi kendisine, kendi ailesine veya kendi evlâdına düşmanlık eder mi? Elbette ki etmez. Fakat Şiîlere göre Ehl-i Beyt olma hakkı sadece kendilerine ait olduğundan, böyle bir inceliği anlamalarını beklemek boşunadır.

İtikadı bozuk, dinî anlamda lakayd olan veya ''Tengrici'' takılan Türkçüler ise mezkûr soruya, ''Osmanlılar Türklükten uzaklaşmıştır, Türklere makam ve mevki vermemiş, devşirmeleri korumuş kollamış, Anadolu'daki Türkmenlere zulmetmiş, ancak sefer zamanı asker olarak ondan faydalanmıştır'' şeklindeki bir yanıtla mukabele ederler. Tabiatıyla, ''Türklükten uzaklaşmayan'' Türk devletlerinin ortalama ömrünün 100 yılı dahi bulmadığını gözardı etmişlerdir. Lakin Osmanlılar ilmiye teşkilatını tamamen Türklerden oluşturmuş bir devlettir. Bürokraside devşirmelerden yaptığı tercih, tamamen siyasîdir; çünkü arkasındaki nüfuzlu ailesi olan bir Türk büyüğündense, kimsesiz bir devşirmenin sadrazam olması, padişahın işine gelir. Zira kellesini almak icâb ettiğinde, ona karşı bir hareket olmaz, sadrazamın kimsesi yoktur. Yani meselenin Türklükle bir ilgisi yoktur, bugün Anadolu'daki bir Türk, Türk olduğunun farkındaysa, bu Türk-İslâm ananelerine göre idare edilen Osmanlılar sayesindedir. Öyle ki, bugün Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa geçmiş Türkî kavimlerin hemen hiçbiri, Türk olduğunu bilmez; geçmişini, dilini ve âdetlerini unutmuştur. Osmanlı idaresindeki hiçbir kavim; Boşnaklar, Çerkesler, Farısîler, Arablar, Bulgarlar, Yunanlılar vesaire ise geçmişini unutmamıştır, zira İslâm kavmî bağlılıklara tolerans gösterir. Türkler ise zaten hâkim millet olduğundan, böyle bir tehlike baş göstermemiştir bile. Osmanlılar Türkleri en çok koruyan Türk devletidir ki, bu sebepten ötürü ordusunu profesyonel devşirmelerden kurmuş, Türk ahalisi bol mıntıkaları, çiftçileri ve tımar sahiplerini sürekli orduya almamıştır. Fakat Osmanlılar, Anadolu'da düzeni ve nizamı bozan, göçebe yaşadığından ötürü toplayıcılıkla geçinen, asayiş olaylarına ve katliamlara yol açan çeşitli topluluklara göz açtırmadığından, ne hikmetse Türk düşmanı oluvermişlerdir. Zira bu toplulukların ekserisi, Türkmen kökenlidir. Tengrici Türkçülere göre eğer mevzubahis Türk kökenli topluluklar ise, onların oğlan kaldırıp dağa kaçırmaları, göçebe yaşadıklarından ötürü köylüleri öldürdükten sonra mahsullerini almaları hoşgörüyle karşılanmalıdır. Fakat bugün, Güneydoğu'da kaçak elektrik kullanan Kürtlere karşı ise amansız olunmalıdır. Böyle saçmalıklara ne yazık ki Kemalist rejim pirim vermiştir. Türklüğü 600 sene yaşatan Osmanlılar ''Türk düşmanı'', ömrü düvel-i muazzama devletlerinin kapısında Fransızca mektup taşımakla geçmiş İttihâdcılar ise ''Büyük Türkçü'' oluvermiştir.

İşte, taife taife bu suâle sapık toplumlar böyle yanıt verir. Osmanlıları sevenler ise ister Kürt, Türk, Boşnak veya Çerkes olsun, bu hanedanın kendilerine yaptıkları iyilikleri unutmayan, dine olan büyük hizmetlerini övenlerdir. Şu bir gerçektir ki, Osmanlıları sevmeyenlerin, onlara küfür edenlerin dininden, imanından şüpheye düşülür. En azından, ''Demek ki dinini de, tarihini de iyi bilmiyor'' diye düşünülür. Zira bir Ehl-i Sünnet bir Müslüman, büyük âlimler, askerler yetiştirmiş, nice kavmi İslâm etmiş bu devlete ve hanedana kötü gözle bakamaz. Bakanlar, işte yukarıdakiler gibilerdir: Vehhâbîler, Şiîler, Tengrici Türkçüler, Kemalistler, Marksistler, PKK'lı Kürtler... Bir Müslüman, bu ihanet şebekeleri arasında anılmaktan korkmalıdır.

15 Mart 2017 Çarşamba

Batı'nın Erdoğan Düşmanlığı: Maksad Demokrasiyi Müdafaa mı?

İsviçre Gazetesi Blick'in 13 Mart 2017'deki manşeti.

Avrupa'nın bugünlerde bir numaralı gündem maddesi, Türkiye'deki ''Cumhurbaşkanlığı Sistemi'' referandumu. Çok enteresandır ki, Türkiye ve Türkler, nihayet çok istedikleri ''uluslararası sisteme yön verme'' işinde muvaffakiyete erdi. Fakat tersten. Yani müspet manada bir ''oyun kuruculuk'' değil bu, daha çok menfi. Türkiye ve Erdoğan aleyhindeki her nutuk, isterseniz ayrılıkçı bir Kürt terörist olun, isterseniz de birkaç ay evvel Türkiye'de bir darbe tertip etmeye çalışan tarikatçı bir terör örgütü mensubu (FETÖ) olun, şiddetli alkışlarla mukabele edilecek bir eylem haline geldi tüm Avrupa'da, öyle ki siyasetçiler bunu kullanarak ''Erdoğan'a yaltaklanmadım, onu eleştirdim!'' diyebilmek için seçimlerden evvel enteresan işlere girişiyorlar ki, geçtiğimiz günlerde Hollanda'da yaşanan hadiseler bunun bariz bir örneğiydi. Haftalardır referandumun ''Hayır'' kanadından insanları ülkesinde ağırlamaktan şeref duyan Hollanda makamları, Türkiye'nin vazife başındaki bakanını, kendisinin ve Türkiye'nin de taraf olduğu uluslararası anlaşmalar ile belirlenmiş uluslararası hukuk kurallarına göre kendi toprağı sayılan büyükelçiliğine sokmadı, üstelik sınır dışı etti. Tüm bakanlara ve vekillere zorluk çıkarma girişimleri bu sebepten. Fakat tüm bu engellemeleri yaparken, Hollanda da dahil olmak üzere, tüm Avrupa bu referandumda taraf oldu. Ülkesindeki bir numaralı gündem maddesi ''Hayır oyu verin!'' diye bağırmak olan Avrupalılar, ''Evet'' oyu verecek olanlar ülkelerinde meskûn gurbetçiler ile buluşmak istediğinde ''İçişleriniz bizi ilgilendirmez, giremezsiniz'' şeklinde bir mugalataya başvurdular. Madem bu iş Türkiye'nin iç meselesi ve Avrupa'yı ilgilendirmiyor, yukarıdaki başlığı niçin atıyorsunuz? Abdüllatif Şener Amsterdam ve Rotterdam'da ne hakkında konferans verdi, alacağı araziler hakkında mı? Gezi Olayları başladığında Der Spiegel niçin Türkiye'de ''Boyun Eğme!'' başlığıyla çıkmıştı o hâlde? Bu da Türklerin içişlerine karışmak değil midir?

Elbette Avrupalı makamlar, bunu yalnızca bir ''bahane'' olarak öne sürdüler. Maksatları, yükselen aşırı sağ akımlarının 20. yüzyılda elde ettiği başarıyı tekrarlamasına mâni olmak. Bu da tüm partilerin artık seçim neticesini belirleyecek kapasiteye erişen yabancı düşmanı seçmene oynaması için sağa kaymasına zemin hazırlıyor. Fakat meselemiz bu değil; zira neden Avrupalıların, son üç-dört senedir, bilinçli ve sistematik olarak Türkiye'yi ve Erdoğan'ı bu kadar şeytanlaştırdığını, ''demokrasi havarliği'' maskesi altında her türlü vasıtayı kullanarak Türkiye aleyhine konumlandığını bulmak gibi daha önemli konularımız var. Aslında bu konu, ''Erdoğan'ın Avrupa kamuoyundaki yükselişi ve düşüşü'' şeklinde yorumlamak, en makul seçenek. Fakat bunu yapmadan evvel, Avrupa'nın ''demokratik değerler''ine de bir göz atmamız gerekiyor.

10 Mart 2017 Cuma

Müslümanların Okuması İcâb Eden Kitaplar

Sadece bunu okusanız keşke, kâfi gelirdi...

''Hakikat, insanlara bakarak öğrenilmez; evvelâ hakikati öğren, hakikat adamlarını da tanırsın!'' (Hazret-i Ali, Radiyallâhu Anh).
Bugün, 16. yüzyılda yaşamıyoruz. Yani, eskiden İslâm âlimlerinin ilmi ''avam-havas'' olarak böldüğü, muhakkaktı. Yani kelamı, felsefeyi, fıkıh bilgilerinin hemen hepsini, tasavvufu; öyle yoldaki adama, zanaatkâra vesaire öğretmezlerdi. Lüzumlu din bilgilerini vermek kâfi idi. İnsanlar biraz hesab, biraz okuma, biraz da din bilerek yaşamlarını idâme ettirirlerdi. Bugün böyle değildir. İlim yayılmış, çoğalmış, 15 yaşında çocuklar dahi ''Recm nedir?'' diye birbirine sorar olmuştur. Zira artık internet, her konuda ve meselede hüküm aranan, fetva sorulan bir mecra haline gelerek, hayatımızda yer etmiştir. Dolayısıyla, bugün de Müslümanlar, feodal dönemden kalma ''bilgiyi gizleme, fitne çıkmaması için herkese söylememe'' alışkanlıklarını terk etmek zorundadır, herkes öğrenebildiği kadar çok öğrenmeli, okuyabildiği kadar çok okumalıdır. Müslümanlar; giyimlerine dikkat eden, zekâ ve nezaketleri ile ilgi toplayan, herkese iyi örnek alan, akıllı, ahlâklı, edepli, iyi meslek sahibi, gerekli dinî ve ilmî her türlü meseleyi bilen, alanlarında başarılı, iki veya üç ecnebî lisanı konuşabilen insanlar olmalıdırlar. Yoksa elimizdeki nesiller birer birer erir gider.

Lakin, bugün bunları yapmadan evvel, doğru dürüst Müslüman olmayı öğrenmek zorundayız. İslâm'ı bilmek demek, namaz kılmayı bilmekten, Ramazan'da orucun neyi bozduğunu öğrenmekten ibaret değildir. Bir şeyi bilmek demek, tüm incelikleri ve manasıyla, pek çok veçhe de dahil olmak üzere, komple bir olguyu kavramak demektir. Bugün, bizim en önemli meselemiz, Ehl-i Sünnet'i itikadî olarak müdafaa edebilen, İslâm'ın temel meselelerine vakıf nesiller yetiştirebilmektir. Zaten bunları bilince, insanlar her konuda İslâm'ı müdafaa edebilir. Meselâ İslâmiyet'teki ''Hükümdarın amme menfaat ve maslahatı icâbı mübahları yasaklama yetkisi''ni bilen bir Müslüman, bugünkü ekonomik düzende kölelik olmayacağı için, köle almamanın da İslâmî bir şey olduğunu, dine aykırı düşmediğini herkese anlatabilir. Zira kölelik, ekonomiye (altyapı) bağlı bir üstyapı kurumudur. Zira köleler, tarım toplumlarında çalışır ve mahsul toplarlardı, en fazla bunların taşımacılığını yaparlardı. Bugünün ekonomisi ise sanayi ve dijital çağ ile yürütülmektedir; köle, bugün bir işe yaramaz, zira eğitimi yoktur, üstelik aslı hür olmadığı için verimli de çalışmaz. İngiltere, köleliği sanayi devrimi kemâle ererken, işte bu sebeplerle kaldırmıştır. Çölde bedevî bir kavim olan Suudlar, bu sebeple ancak yeni yeni bedevîlikten çıktıklarında, yani 1962'de köleliği lağvetmiştir. Çünkü, bedevîler evvelden beri ticaret ve soygunculuk dışında iş bilmezlerdi. Ekonomik yapı ve ona bağlı siyasî kurumlar değişince, kölelik gibi müesseseler de lağvedilir. Yani köleliğin olması da, olmaması da İslâm'a aykırı değildir. Bu incelikleri bilmeyenler, kölelik kaldırılınca gayrı İslâmî bir şey yapılıyor zannediyorlar. Bunları öğrenip, insanlara anlatmak lazımdır.

İşte, bu sebeplerden ötürü, oldukça basit ve temel kaynaklara dayalı, sadece İslâm'ın tarih, itikad, hukuk, ibadet, siyaset, tasavvuf gibi veçhelerine dokunan bir kitap listesi hazırladım. Bunları okuyanlar, büyük ihtimalle pek çok dinî sorularına çözüm bulurlar İnşallah. Hazret-i Osman'a, Hazret-i Muaviye'ye laf söyleyen gafillerden tutun da, Osmanlılara giydirip ''İslâm'da saltanat yoktur!'' diyen modernist İslâmcı taifeye dek, herkes bu eserlerden faydalanabilir. Meselâ bu eserleri okuyanlar, İslâmiyet'teki kader mefhumunu da çözer, Osmanlılarda neden meclisin 1876 anayasasına göre hükûmeti düşüremediğini de... İslâm'da devlet var mıdır, varsa nasıldır; bunu da anlar, mürtedin niçin öldürüldüğünü de... Gerisi, size kalmış.

2 Mart 2017 Perşembe

Halkını Kurtaran Bir Baba: Recep Tayyip Erdoğan ve İlmî Bir Kritik

Liberator of Al-Bab, Mr. President, Recep Tayyip Erdogan. İlk kez ''Devlet'', ''Hükûmet''e selam dururken.
''Polislerin halk üzerine ateş açması, bir faciaya yol açtı. 14 yaşında bir mektepli çocuk öldürüldü, bu hal galeyânı büsbütün arttırdı. Binlerce kişilik halk dalgaları önünde ve kucağında ölen çocuğunu taşıyan ihtiyar bir baba, oğlunun cesedini Fethi Bey'in ayaklarına bıraktı ve ''İşte size bir kurban! Başkalarını da veririz!'' diye haykırdı ve inledi: 'kurtar, kurtar bizi!' Bu hazin bir manzaraydı. Ama kim, kimden kurtarılacaktı?...'' (Şevket Süreyya Aydemir, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın İzmir Mitingini anlatıyor)
''Adana'dan Tarsus'a, Mersin'e gittik. Ben hep Bayar'ın otomobilindeydim. Halk heyecan içinde muhalefet liderini bekliyordu. Her yerde sokaklar doluydu. Millet Bayar'ı görünce: ''Yaşa babamız! Kurtar bizi babamız!'' diye bağırıyordu.'' (Metin Toker
Bugünlerde Türkiye, Nisan'da yapılacak büyük referandumu konuşuyor. Bu referandumun neticesine göre, ya Cumhurbaşkanı Erdoğan tek başına icrâ salâhiyetini üstlenerek, yeniden iktidarı Osmanlılarda olduğu gibi ''Bab-ı Âli''den (bürokrasi) ''Saray''a (halkın babası: padişah veya cumhurbaşkanı) taşıyacak ve Tanzimat'tan beri süregelen, aşağıda tafsilatıyla tetkik edeceğimiz o politik kavga bir nihayete erecek, ya da bu düzenin bekçileri rejimlerini müdafaa etmeyi başaracak ve bu ''halk için, halka karşı'' kurulmuş olan bu sistem, kendisini idâme ettirecek. 

Lakin bu yazının konusu, referandum veya Erdoğan'ın siyasî kariyeri değil. Bilakis, Türkiye'nin 1839'dan itibaren içerisinde bulunduğu ''Sate-building'' (rejim inşası) süreciyle ve bu süreçle birlikte oluşturulan Türk siyaset sistemi ile alâkalı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Tanzimat fermanı, ardından Sultan Aziz, Hâmid rejimleri, Meşrutiyet ve en sonunda Cumhuriyet dönemleri adamakıllı incelendiği vakit, müşahede edilecek yegâne realite, Türkiye'deki siyasî sistemin halkı dışlamak üzerine evrildiğidir. Bunu kırabilme ümidi taşınan tek insan olan Turgut Özal'ın şaibeli ölümü, Necmeddin Erbakan'ın 28 Şubat süreci ile tasfiyesi, Türk halkına kendisini devlete karşı savunmak için tek çare olarak Erdoğan'ı bırakmıştır. Türk Devleti, Türk halkını yenmek üzerine inşa edilmiş bir devlettir; Erdoğan da bütün muvaffakiyetlerini ''Devletle kavga etmesi''ne ve bu sayede halk tarafından teveccüh görmesine borçludur. Belki bu argümanlar, okuyucuya biraz iddialı gözükebilir. Fakat altı dolu olan her argüman, incelenmeye değer.

26 Şubat 2017 Pazar

Ehl-i Sünnet, Hak Mezhepler ve Modernizm: Dinde Reform Tantanasının İç Yüzü

Osmanlı adliyesinin ileri gelenleri. Sağdan: İstanbul kadısı, Rumeli Kazaskeri, Mekke kadısı, kazasker başmuhzırı. (Resim: Arif Paşa: Mecmua-i Tesâvir-i Osmaniyye). Kaynak: Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı Hukuku, Arı Sanat Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul: 2012.
Bugün, bilhassa Türkiye'deki Müslümanlar arasında ''Ehl-i Sünnet nedir?'' polemiği mevcut. Zira bilhassa çeşitli ilahiyat fakültelerinde yuvalanan, ''reformist İslâm'' çizgisinden bir yol tutan pek çok ''hoca'', İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren ortaya konmuş itikadî ve fıkhî esaslara karşı çıkıyorlar. ''Hadisler Hazret-i Peygamberin irtihalinden çok sonra yazılmıştır, sıhhatli değildir'', ''Kur'an'da olan şeyleri alırız, olmayanları atarız'', ''Mehdi yoktur, Nüzul-i İsa hadisesi bizim tembelliğimizin bir ürünüdür, aksiyoncu olmalıyız'', ''Dinde aslında mürtedler öldürülmez, recm yoktur, kölelik meşru değildir; 1400 yıldır yazılan din aslında sahtedir'', ''Kimi sahabeler (Hazret-i Ebu Süfyan ve Hazret-i Muaviye kastediliyor) aslında Müslüman değildi, öyle gibi göründüler; bunlara sövmek meşrudur'' , ''Kur'an tarihseldir, kimi hükümleri bugün geçersizdir'' gibi akıl almaz şeyler ile İslâmiyet'in üzerine bina edildiği sistemi tabandan tahrip etmek istiyorlar. Buna Türkiye'li ''seküler'' Müslüman ilahiyatçı camia ortak olduğu kadar, Selefî ve Vehhâbî Arap uleması ve onların tesirinde kalanlar da ortak oluyor. Bunlar da, ''Laik devlet tağuttur, mutlaka yıkılarak devrim yapılmalıdır'', ''Devlette çalışan Müslümanlar kâfirdir, avukat tutanlar kâfirdir; zira laik devletin hukuk sistemi küffar sistemidir'', ''Allahü Teâla Arş'ın üzerine kelimenin tam manası ile istivâ etmiştir'' (oturmuştur, demek istiyorlar), ''Sufîlik ve tasavvuf şirktir; İmam Gazzâlî, Abdülkadir Geylânî, İmam-ı Nakşibendî, İmam-ı Rabbânî çok habis kişiliklerdir, bid'at sahibidirler, bazı yerlerde küfre düşmüşlerdir'' gibi saldırgan tavırlarla, bu sefer de Müslümanları ifrattan tefrite, yani bir başka aşırı kanada düşürmeye çalışmaktadırlar. Bir taraf dinde ''ağır gelen'' meseleleri dinin dışına itip ''dinde reform'' ile modernizm ile hesabı olmayan yeni bir Müslüman nesil ihdâs etmeye çalışırken, ötekiler ise kendileri dışındaki herkesi adeta ''yok ederek'', küller üzerinden yeni bir ''İslâm dünyası'' yaratma azmindedir. Lakin, iki tarafın da gösterdiği yol, yol değildir; zira Hazret-i Peygamberin ''Vasat bir ümmet'' olarak nitelediği Müslümanlar kendilerine ne ifratta ne de tefritte bir pozisyon seçebilir, İmam Gazzâlî'nin el-İktisâd fi'l İtikâd isimli eserinde tecessüm ettiği üzere, ''herkese lazım olan iman'' yolunda da belirli bir istikâmette ''iktisâdlı'' olmak gerekmektedir. Fakat bu istikâmeti tutturabilmek için, en başta suâl edilen ''Ehl-i Sünnet nedir?'' meselesine girmek, sonra dinde reformun ufak bir tarihçesine bakmak ve Vehhâbîlik gibi mezheplerin nasıl zuhur ettiğini tetkik etmek gerekmektedir.

25 Şubat 2017 Cumartesi

Âlem-i İslâm ve Hüccet'ül İslâm: Ah Şu Bilindik Terâne!



''İmam Gazzâlî ve Eş'arîlik yüzünden İslâm âlemi şuanki vaziyetindedir. Bunun iki türlü sebebi vardır; birincisi, Eş'arîliğin kader inancının Matüridîlikten farklı olarak birey hürriyetini tahdid etmesi ve en nihayetinde, bu hususiyetinin 'kaderci' bir toplum ortaya çıkarması; ikincisi, Eş'arî kelamının felsefeye, aydınlanmış akla karşı çıkmasıdır. İmam Gazzâlî ile birlikte Eş'arîlik Mu'tezileye galip gelmiş ve aklı boğmuş, özgür düşüncenin önünü tıkamış, bu da İslâm dünyasında bilim geleneğinin sona ermesine sebep olmuştur. İmam Gazzâlî olmasaydı, İslâm âlemi bu durumda olmazdı''.