21 Haziran 2017 Çarşamba

''Hürriyet Şehidi'' (!) Midhat Paşa'nın Hakikî Sicili

Türkiye'nin günümüzde yaşadığı problemlerin ve sosyal kırılmaların temeline bir bakış attığınızda, göreceğiniz ilk şey ihanet olacaktır. Bakmaya devam ettiğinizde ve hainlerin izini sürdüğünüzde de, karşınıza altın, yaldızlı ve kocaman harflerle bir İttihad ve Terakki Cemiyeti flaması çıkması pekâlâ muhtemeldir. Bunu insanlara söylediğinizde büyük ihtimalle tepki alırsınız, zira İttihad ve Terakki, bu ülkenin kuruluş ideolojisinin sacayaklarını oluşturmuş bir partidir ve aynı zamanda Mustafa Kemal'in de bir dönem mensub olduğu (fakat lider takımı, bilhassa Enver Paşa ile ters düşünce fikren bağlı kalsa da, siyasî olarak ayrıldığı) bir cemiyet olması hasebiyle, resmî ideolojinin tarih algısı içerisinde mühim bir yer işgal eder. Türkiye'nin öğrencilerine bellettiği tarih şuuru Osmanlı son dönemi hakkında hülâseten şöyle der: ''Osmanlılar gerilemeye başlamış idi. Liyakat yoktu. Herkesin canı padişahların iki dudağı arasındaydı. Bağnazlık (İslâm demek istiyorlar, lakin dilleri varmıyor) altında halk inim inim inliyor, padişahlar zevk ve sefa sürüyor, koca bir imparatorluk köhneyerek çöküyordu. Tam bu sırada II. Mahmud adındaki reformist ve Batıcı sultan, yenilikçi metodlarıyla asrî müesseseler inşa etti. Yeni bürokrat okulları kurdu. Buradan çıkan akıllı mülkî amirler, memleketi imar ettiler ve demokratikleştirdiler. Lakin Abdülaziz adındaki despot sultan tahta çıkınca, bu girişim akim kaldı, Tanzimat'a halel geldi. Allah'a şükür intihar etti de memleket kurtuldu. Büyük Hürriyet Kahramanı Midhat Paşa Sultan Hâmid'le anlaşıp onu tahta çıkardı, fakat bu habis şahsiyet Paşa'yı kandırdı ve tam 33 sene boyunca memleketi tek başına idare eden bir diktatör oldu, zulüm altında inim inim inletti. Midhat Paşa'yı sürgüne gönderip öldürttü. Nihayet bu işin böyle gitmeyeceğini anlayan vatansever, okumuş, namuslu, milliyetçi gençler; İttihad ve Terakki'yi kurdular. Enver Paşa ve Resneli Niyazi Bey önderliğindeki İTC, bu zulmü 1908'de sona erdirerek memlekete demokrasiyi armağan etti. Fakat bizim milletimiz demokrasi için hiç mücadele etmediğinden, bunun kıymetini anlayamadı. Gericiler, şeriatçılar memleketi istila etmek için 31 Mart olayını tertip etti, fakat Mustafa Kemal'in de aralarında bulunduğu kahraman Hareket Ordusu gelerek isyanı bastırdı. Korkaklardan memleketi alan İTC, büyük bir dirayet ve liyakatle imparatorluğu yönetmesine rağmen, Balkan ve I. Dünya savaşları patlak verdi, memleket hiç günahı yokken kendini bir hengâmenin içerisinde buldu. Osmanlıcılık siyaseti sona erdiğinden, milliyetçiliğe başladılar ve en azından Anadolu'yu bunların oluşturduğu Kurtuluş Hareketiyle kurtarıp, Türklere armağan edebildik. Onlar olmasa Kürtler, Araplar, Ermeniler, Yunanlılar memleketi istila edecek, Sevr'i bize dayatacaklardı. Toprakları bol olsun''

Yalanlarla dolu bu paragraf, çok uzun müddettir, bazen ''Türk Tarih Kurumu''ndan atmakla tehdit edilerek kitap yazdırılan, bazen de hakikaten bunlara inanarak maksadlı yayıncılık yapan akademisyenler marifetiyle, sayfalar dolusu tezvirat yapılarak, günümüzde dahi müdafaa edilebiliyor ve İlber Ortaylı gibi bir tarihçi, yazdığı kitabında bir cunta tarafından öldürülen padişah için ''Sultan Aziz öldürülmedi, intihar etti'' gibisinden laflar edebiliyor. Unutulmasın ki, sırf Abdülhâmid'i objektif bir biçimde anlattığı için büyük tarih pîri Yılmaz Öztuna'nın Türk Tarih Kurumu azâlığı elinden alınmış, yine bu kurum tarafından, parayla ve tehditle eskiden Sultan Aziz'in katledildiğini savunan Ordinaryüs Profesör İsmail Hakkı Uzunçarşılı'ya bunun aksini ispat ettiğini iddia etmesi için, ısmarlama bir kitap yazdırılmıştır. Türkiye tarihi, işte yüz yıldır böyle maskaralıklar ile yazılıyor.

Bu seride, İttihad ve Terakki'deki mühim isimleri, kuruluşunu, icraatlarını, geçmişlerini ve ihanetlerini okuyacaksınız. Yazının lüzumsuz uzamaması için, birkaç bölüm halinde yazmaya karar verdim. Bu ilk bölümde, Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve 76 Darbesi ile başlayan süreci ve Midhat Paşa'yı anlatacağım, sonraki bölümlerde de 31 Mart Vak'ası, 1908 Darbesi, Enver-Cemal-Talat Paşa üçlüsü, Balkan ve Trablusgarb Savaşları, I. Cihan Harbi gibi meselelere değineceğim. Vahidüddin-Mustafa Kemal kavgasını ve Abdülhâmid devrini ise bunlardan ayrı, müstakil olarak yazmak niyetindeyim. Kronolojik sırayı takip etmeye çalışacağım.

İlk Hainler: Midhat Paşa ve Avânesi

Midhat Paşa'yı bugünün nesilleri, ''Hürriyet Şehidi'' olarak tanırlar, zira Sultan Hâmid tarafından suçsuz yere sürgüne gönderilmiş, burada da cellâdlara katlettirilmiştir; lakin işin kazın ayağına baktığımızda, bunun kocaman bir yalan olduğunu rahatça görebiliriz.

Midhat Paşa'yı Osmanlı ekonomisini çökerten meşhur Baltalimanı Anlaşması'nı (1838) imzalayarak Britanya'ya hediye eden mason Sadrazam Mustafa Reşid Paşa yetiştirmiştir. Reşid Paşa, hakikaten siyasette ve diplomaside mahir bir şahsiyettir. Osmanlılardaki modern anlamda belki de ilk bürokrat kendisidir. 1836 senesinde Londra Sefiri olarak İngiltere'ye gittikten sonra Britanya ile dirsek temasını hep sürdürmüş, 1846'da da İngiltere'nin baskısıyla Abdülmecid döneminde Sadrazam olmuştur. Kendisi defalarca vazifeden alınmasına rağmen, İngilizlerin Bab-ı Âli'ye yaptığı tazyik neticesinde hep görevine iade edilmiştir. Bu sadrazamın marifetlerinden bir tanesi de, Kırım Savaşı'nda İngilizler ve Fransızların desteğini alabilmek için Karadeniz'deki Türk donanmasının bir kısmını müdafaasız bir şekilde, yem olarak Sinop'ta tutması, binlerce Türk askerinin donanmadaki İngiliz Bahriye müşâviri Amiral Adolphus Slade'in gözleri önünde Ruslar tarafından katledilmesini sağlaması, böylece İngiltere ve Fransa kamuoyu nezdinde Kırım Savaşı için destek sağlamasıdır. Bu savaş neticesinde Osmanlı borçları 9 milyon liradan 251 milyon liraya fırlamış ve İngiltere'den borç para alınmak mecburiyetinde kalınmıştır. Böylece İngilizler turnayı gözünden vurmuş; hem Rusları yenmiş, hem Osmanlıları haraca bağlamış, hem de Osmanlıların ve Rusların Karadeniz donanmasının yarısını yok etmişlerdir. Bu noktadaki en özel tebrikleri herhâlde Reşid Paşa hak ediyor olsa gerek.

İşte, Osmanlıların çıkarlarından çok İngiliz menfaatlerini mühimseyen bu Paşa, 1834 senesinde Divan kaleminde işe başlayan çırak bir memur olan Midhat Paşa'yı Şam'da vazife başındayken görerek, ''Bu çocukta hainlik emaresi var!'' demiş olacak ki, himayesine almış ve önemli görevler bahşetmiştir. Reşid Paşa'nın ölümünün ardından aynı ekolden olsalar da, hizmetlerini İngiltere'ye değil, Fransa'ya sunmayı tercih etmiş olan Ali ve Fuad Paşa'ların, bürokraside önemli mevkilere getirdikleri Midhat Paşa Londra, Brüksel, Paris ve Viyana'da vazife icrâ ettikten sonra, Paşa'nın yıldızı 1876 senesinde parladı.

1876 senesinde bürokrasinin Tanzimat'tan beri sürdürdüğü (ve bizimde şurada konu ettiğimiz) iktidara karşı gelen Sultan Abdülaziz'in dizginleri ele alması ve muhafazakâr tabiatı sebebiyle âlemşümûl Siyonizmin kimi emellerine mâni olması (O dönemde ecnebi gazetelerinde Filistin'e karşılık Osmanlı değerli madenlerinin ipotek gösterildiği tüm borçların yarısının ödenmesi teklifinin padişaha iletildiği şeklinde haberler çıkmaktaydı) sebebiyle Sultan Aziz'e karşı bir cunta kurulmuştur.

New Zealand Tablet'te çıkan 21 Nisan 1876 tarihli ''Rothschild As a King'' (Bir Kral Olarak Rothschild) isimli haber. Bu haberde Fransa desteğiyle M. Alphonse de Rothschild'in yukarıda bahis mevzuu ettiğimiz teklifi anlatılıyor. Bu haberin ayyuka çıkışından takriben bir ay sonra darbe olmuş ve padişah devrilmiştir.
Bu cuntada yer alanlar toplam 63 kişiden müteşekkildir. Bu 63 kişi; 300 Harbiyeli talebe, 2 tabur Türkçe bilmeyen asker, birkaç donanma gemisini sevk ve idare etmiş, padişahın emriyle padişahı kurtaracaklarını söyleyerek bu askerleri kandırmıştır. Bu cuntanın başında 55 yaşındaki Mareşal Hüseyin Avni Paşa bulunuyordu. Kendisi Serasker (Günümüzde, Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanına denk olan mevki) makamında bulunuyordu. Darbenin yürütücüsü ise 38 yaşındaki Tümgeneral Süleyman Hüsnü Paşa idi ve Harbiye Mektebi'nin başındaydı. Sonradan 93 Savaşı'ndaki başarısızlığı sebebiyle Divan-ı Harb'e verilecek, Bağdat'a sürülecek ve orada ölecektir. Bu 63 kişilik cuntada Hüseyin Avni Paşa dahil tam beş kişi kabinede bakandır: Serasker (Hüseyin Avni Paşa), Şeyhülislâm (Hayrullah Efendi), Sadrazam (Mütercim Rüşdü Paşa), Şuray-ı Devlet Reisi (Midhat Paşa) ve Bahriye Nazırı (Donanma Komutanı: Kayserili Ahmed Paşa). Bu darbede İngiliz İstihbarat Servisi (British Intelligence Service, BIS) mühim rol oynamıştır. Zira devrin Britanya büyükelçisi Sir Henry George Elliot, eski harflerle ''İntihar mı, İmâte mi Yahud Vaka-i Sultan Aziz'' namıyla bir kitap yazmış ve bu kitapta da 1875'in Kasım ayında Midhat Paşa'nın kendisine geldiğini ve Meşrutiyet için yardımını istediğini anlatır. Lakin müttefikini de satmaz, ''Bu vak'a tabiî bir intihar vak'asıdır'' der.

Peki bu darbenin oluşumundaki fikrî zemin nasıl yaratılmıştı? 1865 senesinde Tanzimat reformcularına (Ali ve Fuad Paşalara), bu reformlara zaten uymamakta direten Sultan Abdülaziz'e ve onların metodlarına muhalefet eden Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Süâvi gibi ''aydın'' gençler tarafından Yeni Osmanlılar Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyeti el altından destekleyen, büyük bir makam ve mevki hırsına sahip olan Midhat Paşa'ydı. Bir anlamda, bu cemiyetin fahri başkanıydı. Aynı zamanda veliâhdlar Şehzâde Murad ve Hâmid Efendiler de bu cemiyete üyeydiler. 1867 senesinde Sadrazam Ali Paşa derneği dağıtınca, mensupları yurtdışına kaçtı. Abdülhâmid, dernekten elini ayağını çekti. Şehzâde Murad ise sonuna dek ilgi ve alâkasını muhafaza etti. Bu derneğin amacı, bir meclis kurarak ''Taçlı Demokrasi''ye geçmek idi. Midhat Paşa ve içerisinde bulunduğu cunta da görünüşte bunu amaçlıyordu; ama yalnızca görünüşte, zira esas dert mevki ve makam hırsıydı. 

Sultan Aziz tahttan indirilip, öldürüldü. Bu kararı 6 kişilik ve Midhat Paşa'nın içinde bulunduğu bir üst komisyon aldı. Ardından da buna intihar süsü verildi, ''Bizce bu intihardır, aksini düşünen çıksın da görelim!'' denildi. İşte, birilerinin ''Hürriyet Şehidi'' namını taktığı Midhat Paşa, böyle bir katil idi.

Fakat Midhat Paşa'nın psikopatlığı, bu işle sınırlı değildir. Sultan Hâmid tahta çıkarken, Midhat Paşa Sadrazam yapılmış, anayasa ilanı için de kendisinin başkanlığında bir komisyon kurulmuştur. Midhat Paşa için anayasa kavramı pek meçhuldü. Hiçbir anayasayı tetkik etmiş veya layığıyla incelemiş değildi. Sadece dünyanın lider ülkesi İngiltere olduğundan onlara öykünüyor, taklid etmeye çalışıyordu. Bunu 1876 Anayasasının hükümlerine bakarak anlayabilmek mümkündür. Misal, meşhur 113. madde, hükümdara ve sadrazama, siyasî bakımdan zarar verebileceği mümkün görünen herkesi muhakemesiz (mahkemesiz) sürgüne gönderme hakkı tanımaktadır. Sultan, bu maddeye ''Tanzimat esaslarına aykırıdır'' diye itiraz etmesine rağmen Midhat Paşa aksi halde istifa edeceğini söylediği için bu maddeyi kaldırmaya muvaffak olamamış ve Midhat Paşa, sadrazamlığı döneminde iki kazaskeri, bir paşayı ve birkaç devlet adamını sürmüştür.

Fakat en büyük cürmü, bu anayasayı düvel-i muazzama'nın tekeffülüne sokma girişimi olmuştur. Midhat Paşa'nın akıl kocası olan Kirkor Odyan Efendi ismindeki hukukçuyu Londra'ya göndererek İngiltere'ye yaptığı teklif şudur: ''Biz artık bir demokrasiyiz. Olur da padişah bunu kaldırmaya kalkar, buna mâni olunuz; bizim anayasamızı sizler müdafaa ediniz, buna halel gelirse müdahale ediniz!''. Fakat İngilizler, bunu çıkarlarına aykırı bularak reddetmişlerdir; öyle ki Yunanlı yazar Michel de Grece, hatıralarında şöyle diyor:
''Midhat Paşa bir anayasayı elde etmekle övünüyor ve vaadlerinden dönmek durumunda onu güvenceye almalarını İngiltere'den talep ediyordu. Karşılığında ise onların şevketli ilgisine mazhar olabilmek için isteyeceği bütün hizmetleri layığıyla yerine getirme sözü veriyordu. Dehşete kapılmaktan ziyade allak bullak olmuştum, İmparatorluğun en üst kademelerindeki birisinin, hükümdarının yetkilerini elinden almak için yabancı bir gücün müdahalesini -öz vatanının aleyhine olacak şekilde ona anlamsızca yaltaklanmaktan da çekinmeksizin- dilemesini aklım almıyordu.  
Bu şartlar altında ilan edilen 1876 Anayasası sayesinde, Midhat Paşa, Avrupalıların Osmanlıları Ruslara karşı canhıraş destekleyeceğini ve Hıristiyanlar lehine ıslahat istemekten vazgeçeceğini zannediyordu. Hâlbuki o dönemde İngiltere ve Fransa hariç, demokrasi rejimleri hiçbir yerde inşa edilmiş değildi. Alman İmparatoru basbayağı bir otokrattı, Rusya'da bir anayasa dahi yoktu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Osmanlılara oldukça yakın bir meşrutiyet ile idare ediliyordu, İngiltere ve Fransa dışında hiçbir ülkede kabineyi meclis düşüremiyordu, Japonya'da da Sultan Hâmid tahta çıktığında bir meclis toplanamamıştı. Lakin Midhat Paşa, Tersane Konferansı'nda ''Artık bir anayasamız vardır, demokrasi vardır; o halde bir konferansa gerek yoktur'' demek gafletine düştü. Düvel-i Muazzama murahhasları yalnızca güldüler, ''çocuk oyuncağı'' deyip geçtiler, zira bahsedilen demokrasi, onların memleketlerinde bile yoktu.

Ocak 1877'de Tersane Konferansı kararlarını tasdik veya red için seçilen Osmanlı Parlamentosu toplandı. Midhat Paşa, medrese talebesine para vermek suretiyle ayaklandırdı, Sultan Hâmid'in sarayının önünde ''Harb! Harb!'' diye bağırttırdı. Mecliste ateşli konuşmalar yapıldı ve karar red edildi. Midhat Paşa, Sultan Murad'ın iyileştiğini ve Abdülhamid'in Rus dostu olduğunu etrafa yaymak suretiyle harb hissini tazyik ediyordu, ona göre aynı Kırım Harbinde olduğu gibi, İngiltere Osmanlıların yardımına koşacaktı; fakat Kırım Harbi'nde, onun üstâdı Reşid Paşa'nın siyasî dehası (ve âdiliği) sayesinde İngiltere'nin desteği sağlanabilmişti, Midhat Paşa da âdilikte ve İngiliz yardakçılığında hocasından aşağıda kalmıyorsa da, onun dehasından mahrumdu.

Midhat Paşa, sadrazamlığını tehlikede gördüğünden, kendi hususî asker yazmaya başladı. Millet Askeri adıyla teşkil edilecek bu ordu, Midhat Paşa'nın şahsına bağlı bulunacaktı, seraskerliğe bağlı olmayacaktı. Hıristiyan ve Müslümanların birlikte kayıt olduğu bu ordunun bayrağında İslâm'ın hilâli yanında, bir de gâvurların haçları vardı. Sultan Hâmid sadrazamdan bu ordunun mensuplarının İstanbul'da meskûn 1. Ordu'ya yazılmasını istese de, Midhat Paşa bunu kâle almadı. Bir de bu askere, ''Biz seraskerin askeri değiliz, milletin askeriyiz'' diye nümâyiş yaptırdı. İçki sofralarında, ''Neden Âl-i Osman olur da, Âl-i Midhat olmaz? III. Napoleon Cumhuriyetten sonra kendisini İmparator yaptırmadı mı? Ben niye olmayayım'' demiş, bu sofradaki Namık Kemal ve Ziya Paşa vasıtasıyla yayılmış ve padişahın da kulağına gitmişti. Nihayet Şubat 1877'de görevinden azledildi ve sürülmesine karar verildi. Sürülürken, şu garip ifadeleri söylemekte bir beis görmemiştir:
''Ne yazık ki İstanbul'a avdetimde, ne şevketlû efendimizi bu saraylarda ne de bu mülkü yerinde göremeyeceğim!''
Kendisine 500 altın ikram edilen paşa, İtalya'da Birindisi'ye, arzusu üzerine çıkarılmış; gemi İstanbul'dan çıkarken kendisi payitahtta ihtilâlin başlayıp başlamadığını sual etmiştir. Midhat Paşa, kendisinin çok önemli biri olduğunu zannettiğinden, halkın ihtilâl yapıp padişahı indireceğini zannetmiştir. Yaptığı halt yüzünden çıkan 93 Harbi, Türkiye için bir felaket olmuş, Rumeli Türklüğü tamamen bitmiş, devlet başını doğrultamaz hale gelmiştir. Sonraki yaşantısını hülâsa etmek gerekirse: 1 yıl 8 ay sonra Avrupa'da dolaşırken Sultan Hâmid aleyhine içki sofralarında dedikodu yaptığı ortaya çıkınca İstanbul'a geri çağrılmış, evvelâ Girit'e gönderilmiş, sonra Suriye valiliğine atanmıştır. Burada da yabancı ajanlarla düşüp kalkması neticesinde daha merkeze ve yakına atanmış, Aydın vilayetinde de vazife yapmışken 1881 senesinde Sultan Hâmid'in amcasının ölümünde mesulü olanları ortaya çıkarmak için topladığı Yıldız Mahkemesinde muhakame edilmiş, idam cezası almış, fakat padişahın merhametiyle Taif'e sürgüne çevrilmiş, orada da Osman Nuri Paşa tarafından öldürülmüştür. Şimdi bu ''Hürriyet Kahramanı''nın ölümünü ve Yıldız Mahkemesinin adaleti üzerine bir iki kelam edeceğiz, ardından da bu habis herif için söylenecek sözler nihayet bulacak.

 Yıldız Mahkemesi ve Taif'te Ölüm
Britanya Yıldız Mahkemesi sürerken, Midhat Paşa'yı kurtarmak ümidiyle yanıp tutuşuyordu. Vekil M'Coan, mecliste Brtanya'nın Sultanın elinden Paşa'yı kurtarmasını teklif eden şahsiyet olmakla birlikte, bunların ayyuka çıkması Paşa'nın ölümünü gerekli kılmıştır; padişah ve Osmanlılar mazurdur. Zira Paşa'nın İngiliz eline geçmesinde sonsuz mahzurlar vardı.
Sultan Aziz'in katlinden sonra Yıldız Sarayı'nın bahçesine kurulduğu için, bu mahkemeye ''Yıldız Mahkemesi'' demek âdet olmuştur. Hâlbuki, yetkileri bakımından olağanüstü ve fevkâlâde bir mahkeme değildir, celseler açıktır, davetiye ile mahkeme salonuna girilebilir; yerli ve yabancı onlarca gazeteci mahkeme sürecini takip etmiştir. Kararlar üst heyetler, ulema, bakanlar kurulu ve padişah tarafından tetkik edilmektedir. Sanıklar temyize başvurabilir. Avukat tutabilir ve seçebilirler, seçmeyenlere Adliye Nezâreti bir tane atar; ayrıca ek avukat da tutabilirler. Örneğin Midhat Paşa'yı iki avukat müdafaa etmiştir. Yalnızca yeri Yıldız'dadır. Bugünkü DGM'ler, ÖYM'ler gibi sınırsız yetkileri hâiz bir mahkeme sıfatını taşımaz, alelâde bir ceza mahkemesidir. Mahkeme başkanı Sürurî Efendi'dir, sonradan vezir olacaktır. 17. yüzyılın meşhur Şeyhülislâmı Minkârizâde Efendi'nin torunlarından bir hukukçudur. İkinci başkan, Rum asıllı Hristo Forides Efendi idi, mahkeme heyetinde dört azâ, dokuz kâtib, bir başkâtib, bir başsavcı ve iki de yardımcı savcı vardı. Adliye Nazırı Ahmed Cevdet Paşa da davayı takip etmekte idi. Devlet görevlisi olan sanıklar; V. Murad (şehzade), eski iki sadrazam olan Mütercim Rüşdü ve Midhat Paşalar, Sultan Hâmid'in kızkardeşleri ile evli olan Damad Müşir Mahmud Celâleddin ve Damad Müşir Nuri Paşalar, eski Şeyhülislâm Hayrullah Efendi'dir. Ötekileri saymaya lüzum yok. 93 Harbinde mahkûm edilen fakat 76 darbesinde Harbiye talebesini ayaklandırarak darbeyi yapan Süleyman Hüsnü Paşa zaten sürgünde olduğundan bu mahkemede yargılanmamıştır. Hüseyin Avni Paşa zaten darbeden sonra layığını bularak öldürülmüştü, Sadrazam Rüşdü Paşa ölüm hastalığında idi, hüküm çıktığında zaten ölmüştü. V. Murad ve annesi zaten Çırağan'da hapis hayatı yaşadıklarından yargılanmamışlardı.

Yıldız Mahkemesi, Abdülaziz'in ölümü üzerine soruşturma yapan bir mahkemedir. Fakat, bir padişahı öldürmenin cezası nasıl idam ise, bir padişahı indirmenin cezası da idamdır. Lakin bu dava bunun üzerine değildi; yani yalnızca ölüm vak'asını soruşturuyordu. Ancak, bunların hiçbiri Sultan Aziz'i öldürmediyse bile, yine de cebren meşru hükümdarı tahttan indirdikleri için darbeciydiler ve mesuldüler, ceza almaları mukadderdi. Bu açıdan Yıldız Mahkemesinin adaletinden şüphe edilemez.

16 Mayıs 1881'de tevkif emri çıkınca, Midhat Paşa tutuklanmamak için Fransız Konsolosluğuna koştu. Abdülhâmid Büyükelçiyi tehdit edince, Fransa Konsolosluğu Midhat Paşa'yı dışarı attı. Böylece bir kez daha Midhat Paşa'nın güvendiği dağlara kar yağmış oldu.

Dava üç günde görülüp bitirildi; Midhat, Mahmud ve Nuri Paşalar ekseriyetle (oy çokluğu), öteki ceza alan sanıklar ise ittifakla (oy birliği) ile idama çarptırıldılar. Midhat Paşa temyize gitti, dilekçesinde Sultan Aziz'i öldürmediğini, bu işte yer almadığını iddia etti. Ayrıca o tarihte nazır olduğu için İstînâf Cinayet Mahkemesinde değil, Divan-ı Âlî (Yüksek Mahkeme)'de yargılanmak istediğini belirtti. Ceza Temyiz Dairesi üyeleri, Reis Senatör Lebib Efendi başkanlığında toplandı; ikinci başkan Maarif Nazırı Haşim Paşa idi, 7 de üyesi vardı. Bu temyiz organı talepleri reddetti. Ardından kararlar heyet-i vükelâ (Bakanlar Kurulu)'ya gitti. 14 bakan kararı onadı. Padişaha gitti. Padişah, hususî bir ulema meclisi topladı. Şeyhülislâmın başkanlık ettiği bu meclis de milletin uğradığı büyük felaketlerden sorumlu olanların idamında dinen bir beis olmadığını açıkladı. Bir de padişah, Fevkalâde bir heyet kurdurdu, 25 kişiden müteşekkil (14'ü mülkiye, 10'u asker, 1'i de ilmiye mensubu) ve itibarlı devlet adamlarından oluşan bu heyet, kararları inceledi ve 15 kişi kararların aynen uygulanmasına (idama), 10 kişi de hafifletilmesine (müebbet hapse) yönelik oy kullandı. Bunun üzerine padişah bu kişilerin cezasını müebbet hapse çevirdi.

Bu dönemde de Avrupalı sefirler Midhat Paşa'nın idam edilmemesi için seferber olmuşlardı; İngiltere Büyükelçisi Lord Dufferde bu idamın gerçekleşmesi halinde iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulacağını söylerken, İngilizlerin Midhat Paşa'dan henüz vazgeçmediğini gösteriyordu. Bu şartlar altında, yapılabilecek belki de yegâne şey buydu.

Bunu gösteren birkaç vak'a yaşanmıştır: İzzeddin Vapuru ile Cidde'ye çıkartılacak olan Midhat Paşa'yı taşıyan gemiye bir İngiliz gemisi kılavuzluk ediyordu. Süveyş Kanalı'ndan geçilerek Kızıldeniz'e gelinirken İngiliz kılavuz gemisi, mahsustan bu vapura çarparak Midhat Paşa'yı kurtarmak istemiş; bunun üzerine İzzeddin Vapurunun kaptanı kılavuz gemisine ihtiyacı olmadığını söyleyerek İngilizleri başından kovmuştur. 1882 Martında bir İngiliz ajanı Cidde'de yakalanmış ve BIS'in resmî görevlisi olduğu anlaşıldığından, Midhat Paşa'yı kurtarmak maksadıyla Hicaz'a geldiği malum olmuştur.

İşte, tüm bu şartlar altında, Midhat Paşa'nın İngiltere tarafından kaçırılmasında sonsuz siyasî mahzurlar olduğu için, Taif'te görevli Hacı Topal Osman Nuri Paşa (Mareşal Gazi Osman Paşa değil), insiyatif alarak, padişahı ve memleketi idamı çoktan hak etmiş bu mahlûğu öldürmek sûretiyle büyük bir beladan def edebileceğine inandığından 1884 senesinde boğarak öldürtmüştür. Zira Osman Nuri Paşa, padişaha sormadan Mekke Şerifini tutuklatıp yerine başkasını getirecek kadar cür'etkâr ve kudretli bir askerdi, burada da padişaha sormaması muhtemeldir; sormuşsa da sormamışsa da padişahın buna üzülmeyeceğini ve üstüne gitmeyeceğinin farkındadır. Karadağ'a bir kasaba bırakmamak için memleketi savaşa sokanların lideri olan Midhat Paşa, Sultan Aziz'i katleden cuntanın bir mensubu olan, memleketin anayasasının İngiltere tarafından korunmasını isteyecek kadar gözü dönmüş, psikopat birisi olan, dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanan bu acayip adam, layığını böylece bulmuş oldu. Lakin ölümünün ardından 1908 ile beraber, ''Hürriyet Şehidi'' namını aldı, adına şiirler düzüldü, marşlar bestelendi. Mesela Tevfik Fikret,

 Çok zaman bekledi ey, zât-ı mübeccel vatanın
 Yâd için nâm ü ser-encâmını hürriyetle;
 Bize hürriyeti sen verdin, evet sen verdin
 Bize insanlığı, hürriyet ü milliyetle

mısralarını yazarken, Abdullah Cevdet de Midhat Paşa'yı ''Medeniyet Peygamberi'' vasfıyla tavsif etmiştir. İşte ileride okuyacağınız türlü türlü ihanetlere imza atacak olan İttihâd ve Terakki komitası da, bu adama hayran gençler tarafından kurulmuş ve idare edilmiştir. Umumî bir kâidedir ki, dünyadaki şerli insanlara hayran bir sürü adam bir yere toplansa da, hayırlı bir işin tahakkuku için uğraşsalar, o iş neticede şer olarak tecelli eder. İttihâdcıların tarihi de böyle değil mi? ''Vatanı kurtaracağız'' dedikten sonra yaptıkları, devleti yıkmak olmadı mı? 

Fakat onları yazmak için bana biraz müsaade...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder