20 Ocak 2019 Pazar

İnanmak Yahud İnanmamak Üzerine Mülâhazalar

Tabiînden (yani Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm'ı gören ashâb-ı kiramı görmekle şereflenenler zümresi) olan Vehb bin Münebbih, şöyle bir hadise naklediyor:
"Kullardan bir adam, bir başkasına uğradı. Onu boynu bükük ve kederli bir vaziyette buldu. Adamın mahzunluğunu beriki suâl edince o zât, 'Kullukta ileri merhalelere varmış bir kul vardı, lakin şimdilerde onu gördüğümde, onu dünyaya meyletmiş, Allah'tan ise uzaklaşmış buldum. Bu hâli beni üzdü' dedi. Aldığı cevap üzerine soruyu soran şahsiyet, 'Bunda taaccüb edecek ne var? Yolundan dönende şaşırılacak bir hâl yoktur. Sen Allah'ın yolu üzerine istikâmet tutturana şaşır!' dedi."
 Tarihimizin son dönem velîlerinden Abdülhâkîm Arvâsî Hazretleri de şöyle buyuruyor:
"Küfr, Ceyhun Nehri gibi akıyor. İnsanlar da bu sele kapılmış saman çöpleri gibidir. Ancak bir çalıya, ağacın kovuğuna tutunabilenler imanını kurtarabildi. İşte bu zamanda da ancak bir Allah dostuna rastlayanlar imanını kurtarabildi. Şimdi bu şekilde imanlı olan bir kimsenin soyunda Peygamber Efendimize bir rabıtâ (ilişki) vardır. Veya ashâb-ı kiram evlâdındandır. Yahud sülâlesinde bir velî vardır. Yoksa bu zamanda imanlı durmanın imkânı yoktur."
Twitter denilen kahrolası illete müptelâ olanlar bilirler, son birkaç gündür bu mecrada evvelde mütesettir olan bazı hanımların tesettürlerini çıkartıp, en nihayetinde ekseriyetle imanlarını da kaybettikleri bir süreci izhar ettiklerini görüyoruz. Bunu bir "özgürleşme, dinin prangalarından kurtuluş" olarak lanse etmeleri, beni ziyadesiyle şahsen üzmüştür. Bu insanlara kızmak, kötülemek ya da bu olay için "iyi olmuş" filan gibi laflar etmek, hiçbir işe yaramaz. Bu mesele, bir iman meselesidir. Müslümanların bu modern dönemde hemen her türlü soruna kulaklarını tıkayıp kaçmaları, daima benim nazar-ı dikkatimi celbeden bir husus olmuştur. Dolayısıyla bu başörtüsü meselesi münasebetiyle, uzun zamandan beri kağıda dökmek istediğim bir konuya dair karmaşık düşünceleri, toplu hâlde icmâl etmek fırsatı bulacağım. İnşallah bir şeyler anlatabilmeye muvaffak olabiliriz.

Modern asrın alâmet-i farikası nedir diye suâl edilecek olsa, herhâlde bunun yanıtı "gayesizlik, belirsizlik" olur. Evet, esasen modernizmin esası, dünya ile kozmik düzen arasında var olan tabiî ontik (varoluşsal) uyumun ters yüz olmasına dayalıdır. Bu ontik uyumdan kasdımız, insanın var olmasının sebeb-i hikmetini, meşrûiyetini kavraması ve en nihayetinde varacağı noktayı bilmesinden ibarettir. Lakin modern asır, insanla evren arasındaki bu uyumu tamamen bozduğu gibi, yerine bir şey ikâme edebilmekten de aciz kaldı. Bundan sebep, bugün insanların ekseriyeti, derin bir nihilizm ile yüzleşmek zorunda kalmaktadır. 

Peki insanın var olmasının sebeb-i hikmeti nedir? Şudur: Hazret-i Peygamberin veciz ifadesiyle, "Allah'ın var olduğu ve O'nunla beraber hiçbir şeyin var olmadığı" bir mertebede, Allahü teâla sonsuz rahmetiyle âlemleri ve âlemlerin nüvesi olan insanı halk etmeyi diledi. Niçin, çünkü çeşitli tasavvufî eserlerde bahsi geçtiği üzere, var olmak, aslında rahmet demektir. Var olmak, tabiî olarak iyidir, güzeldir. Allahü teâla, kendiliğinden, zâtı itibariyle var olduğu ve aynı zamanda da hüsn sahibi (güzel) bulunduğu için, bizler var olmanın güzel olduğunu, ancak hüsn sahiplerinin var olabileceğini anlıyoruz. Dolayısıyla Allahü teâla, aslında varlığı kendisi gibi vacib (mecburî) olmayan, opsiyonel (mümkin) varlık mertebesindeki beşer âlemini gerçek varlık mertebesine çıkartarak yaratmıştır. Çünkü Allahü teâla'da zâtı itibariyle güzele bir meyl vardır. Bu "meyl" ifadesinden hiç kimse bir şeyin Allahü teâla'yı bir şey yapmaya icbâr ettiği, mecbur bıraktığı manasını çıkarmamalı. Evet, belki Hakk teâla kendisi güzel olduğu, kendi varlığıyla var olmayı güzel kıldığı için, bizatihi bir güzellik ve varlık vesilesi olarak insanları, bitkileri, hayvanları, taşı, toprağı, bilmem filancayı hep bu sebeple var etmiştir fakat, kimi güzel şeyleri de yine mümkinât derecesinde bırakmış, var etmeyi dilememiştir. Çünkü bu nimetleri, cennete girmeye lâyık ehil kullarına vermeyi murâd etmiştir. Dolayısıyla bu dünya, bir imtihan yurdu için, muhakkık İslâm âlimlerinin ifadesiyle "mümkün âlemler içinde en iyisi" olarak yaratılmıştır. Bu imtihan âleminin en büyük hususiyeti, mâişet derdiyle dolu bir yokluk dünyası olmasıdır. İnsan daima bir fakr, yani muhtaçlık hâliyle mâlûldür. Tıka basa yemek yeyip doysa, bu hâli gelip geçicidir. Bunu tekrarlamak zorunda. Dahası yediklerini çıkarması da lazım. Birini sevse, sevişse. Buna da en nihayetinde doyması imkân dahilinde değil, sonsuz bir tatminsizlik içerisinde yaşamaktan onu sadece yaşlılık kurtarabilir. Fakat insan yalnızca fizikî olarak değil, ruhânî, yani ontik olarak da Hâlık'ına muhtaçtır. Meşhur,
"Dikkat edin; kalbler, ancak Allah'ı anmakla sükûn bulur." (Ra'd, 28)
ayet-i kerimesi, insanlara işte bu hakikati anlatmaya çalışıyor.

İnsanın Rabb'ine ontik muhtaçlığı ne demektir? Şöyle izahı kâbildir ki, insan bilinçli bir varlık olması sebebiyle, var olduğunun yakîn olarak farkında olan tek canlıdır. Zaten onu eşref-i mahlûkat kılan şey de bu hususiyetidir: var olduğunu bilebildiği için, kendisini gerçekleştirebilecek ve dünyadaki seyr-i sülûk'unu tamamlayarak, Rabb'ini tanıyacak, hakikatin sırrına vâsıl olacak ve en nihayetinde, bir zamanlar Âdem aleyhisselâm temsilinde yitirdiği cennete, Allahü teâla ile yeniden beraber olmaya kavuşacak istidâd, bir insanda vardır.

Mâlûmunuz olduğu vechile, insan bu dünyada azâb çekiyor. Sadece fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da azâb çekiyor. Bu dünyada ne aradığını pek bilmiyor, dünyadaki adaletsizlikler, kötülükler onu ümitsizliğe düşürüyor, kalbini kırıyor. Mutluluğu kovalıyor lakin bir türlü bulamıyor. Bulduğunu zannettiği yerde, saadetin orada da olmadığını tecrübe ediyor. Sonsuz olmak istiyor ama elbette bir gün öleceğinin farkında. Kimi veya neyi severse, ondan ayrılacağını biliyor. Her şeyin sonunun bir ümitsizlik ve hüzün olması, insanı tabiatıyla üzüyor. Var olmak ve var olmayı bilmekle şereflenmiş bu insan, ne yapacağını, nereye gideceğini, hikmet-i vücudunu bilmeyince ölene değin bu acıya mahkûm olarak yaşıyor. Bir hadis-i şerifte,
"Nasıl istersen öyle yaşa, fakat bil ki, bir gün mutlaka öleceksin. Kimi seversen sev ama unutma ki, bir gün ondan ayrılacaksın. Dilediğin gibi davran, lâkin şu da her zaman hatırında olsun ki, her yaptığının karşılığını mutlaka göreceksin."
buyrulması da, insanın bu hâline işarettir. İşte bu ontik ızdırabdan kurtulmak, ancak Allahü teâla'yı layığıyla bilebilmek ve O'na kulluk edebilmekle olur. Zira insanın bu ontik ızdırabının iki sebebi vardır: ilk olarak bir'ken çok olması, ikinci planda da aslî vatanından uzakta olmasıdır. Allah insanı kendi nefsinden halk etmiştir, yani yaratmıştır. İnsana kendinden bir ruh üflemiştir. Yani insanlık âlemi en başta Allah'ta bir iken, O'ndan gayrı değil iken, ''yaratılarak'', bir zamanlar beraber olduklarından ayrı düşmüştür. Ve elbette insan dünyada, aslî vatanı olan yitik cennetten de uzaktadır. Bilindiği gibi Hazret-i Adem, cennette yaratıldı. Dünyaya indiğinde de yıllarca feryad-ı figân eyledi. Aslında O'nun cennetten dünyaya düşüşü, insanlığa bir misal idi. Zira Ruh'ul Beyân tefsiri müellifi, büyük velî İsmail Hakkı Bursevî, tefsirinde şöyle söylüyor:
"Celvetiyye tarikatımızın mercii Üftâde diye meşhur Şeyh Efendi buyurdular: 'Adem'in cennetten çıkışının sırrı şudur ki, O, cennette kendi mertebesinin üzerinde bir tevhid mertebesi gördü ve bunu Allahü teâla'dan suâl etti. Ona, "bu mertebeye ancak ağlamakla ulaşabilirsin" dendi. Bunun üzerine Adem aleyhisselâm ağlamak istedi, fakat ağlayamadı. Bunun üzerine ona, "cennet ağlaşma yeri değil, bilakis sevinç ve sürûr mekânıdır" diye nidâ edildi. Bunun üzerine Adem, cennetten dünyaya inmeyi istedi."
Yani Adem'in dünyaya inmesini gerektirecek bir günah işlemesi, aslında Allah'ın Adem'in şahsında tüm insanlığın dünyada yapıp ettikleriyle, tevhid yolunda terakki etmesini murad etmesinden ötürüdür. İnsan, dünyadaki ontik ızdırâbını aşabildiği zaman, kalbi sükûn bulmakla kalmıyor, Allah'ın rızasını da kazanarak, kendisini gerçekleştiriyor ve cennette Allah'la beraber olma, O'nu görme, konuşma mertebesini eriyor. Böylece O'ndan ayrı kalmanın verdiği ontik ızdırâb, var olma acısı cennette bir lezzete, zevke, hazza ve rahmete dönüşüyor ki, işte Allah'ın varlığı bir rahmet olarak yaratmasının sırrı, burada ortaya çıkıyor. Zamanında şöyle yazmış idim:
"Mutlak var olan yegâne varlık Allahü teâla olup, bizleri ve âlemleri kendi tabiî hüsnünden (güzelliğinden) ötürü yaratmıştır. Bu âlem mahsûsât (duyularla kavranan) bir âlem olduğu için, bizler Hâlık ve sahibimizi göremiyor, duyularımızla hissedemiyoruz. Lakin varlığımızın O'nun gibi mutlak olmadığının, opsiyonel olduğunun, adeta bir yansıma ve gölge hüviyetinde varlıklar olduğumuzun da farkındayız. Kısa bir süreliğine var olmak için fazla kabiliyetli ve istidadlı canlılarız. Sıradan değil, özeliz; özel olup olmamamız da biyolojimizde değil, kendini gerçekleştirebilecek yegâne varlık olmamızdan kaynaklı. Kendimizi gerçekleştirmemiz ne demek peki? Şu demek: Allahü teâla bizi halk ederken, bize kendinden bir nefes üfledi. Bu nefes, ruhumuzdur. Yani hakikatte hepimizde Allahü teâla'dan ilahî bir parça, töz mevcuttur. Hepimiz o mutlak varlığın parçalarıyız bir anlamda. Ve bizler, allah'tan ayrıldık. O bizi cansız bir bedene üfledi; ete, kemiğe ve kana can kattı. Lakin ruh, bundan müteessir oldu, zira Rabb'inden ayrıldı. İşte şimdi O'nunla tekrar beraber olmak istiyor. Buna sizler var oluş sancısı (ontik ızdırab) diyorsunuz. İnsanın kendi varlığının farkına varma sürecinde yaşadığı bu tatsız his, Allah'ta bir iken o'ndan ayrılmanın neticesidir. insan ruhu ahirette Rabbi'nin yanına vardığı zaman, var olmak artık keder ve hüzün değil, mutluluk ve haz verecektir. Çünkü izafî olmaktan kurtulup, mutlak olmaya yaklaşacaktır. İşte kendini gerçekleştirmek demek bu demektir."
Mevlâna Hazretleri de Mesnevî'sinde şu beytleri söylüyor:
"Mâ'adem hâyim o hestî hâyimâ, tô vücûd-ı mutlaki fâni nümâ"
Yani: "Sen varsın ama yok gibisin, biz yokuz ama var gibiyiz..." Allahuâlem ve bissâvab! 

Peki, geri başa dönelim. En başta, modern yaşamın insanları derin bir nihilizme sevk ettiğini söylemiştik. Bununla beraber, insanlar bu nihilizmle dahi yaşamlarını nasıl sürdürebiliyorlar veya insanlar artık bu asırda, dine inanmayı niçin bırakıyor, biraz da bunu bahis mevzuu edelim. Ben her şeyi ilmî bir çerçeveye oturtma taraftarı olduğum için yine böyle yapmak niyetindeyim.

Şimdi içerisinde yaşadığımız dünyayı bir tahlil edelim: Dünyamız, kapitalist iktisâdî altyapı üzerine kuruludur. Marksistlerin büyük oranda doğru olarak belirttiği gibi, dünyada aslında üstyapıyı (âdetler, dinî inanış biçimleri - dinin kendisi değil, siyasî sistem, yani topluma ve ekonomiye bağlı hemen her şey) belirliyor. Buna şu örnek verilebilir: Feodal asrın siyasî sistemleri gevşekti, zira feodalizm bu sistemle yaşayabiliyordu, ticaret pek azdı. Merkantilizmin yönetim esası, merkeziyetçi krallıklardı. Zira ticaretin yaşayabilmesi için devletin yolları koruması, malları denetlemesi, yeknesak hukuk ve ölçü birimleri geliştirmesi lazımdı. Kapitalizmin siyasî sistemi ise bildiğiniz gibi öyle veya böyle demokrasi. Kapitalist her devlet, yaşamak için demokratik olduğunu iddia etmek durumunda. Dolayısıyla evet, altyapı üstyapıyı aslında kuruyor, inşa ediyor.

Kapitalist altyapı ise tüketime, insanlara haz vaat etmesiyle çalışabilen bir sistemdir. Dolayısıyla kapitalizm asrına girildiği vakitten itibaren binlerce yıldır "ayıp, günah, kabahat" sayılan şeyler, kapitalist sistemin tazyiki ve teşviğiyle "normal, alelâde" hâle gelmiştir. Kapitalizmin alâmet-i farikası budur, insanlara tüketecek yeni şeyler vermek zorundadır, yoksa üzerine kurduğumuz tüm dünya neredeyse çökme noktasına gelir. Misal, tüm dünyada kadınlar 19. yüzyılın sonuna değin neredeyse tamamen kapalı kıyafetler giyerken, sadece iki asırda bilmem kaç bin yıllık insanlık tarihini sollayarak büyük bir dönüşüm geçirmişler ve bu kıyafetlerini çıkartıp bugünkü şemallerini almışlardır. Sinema filmlerinde bir erkekle bir kadının masum aşkını konu alan birkaç sahne, "bu kadarından ne olacak ki?" telakkisiyle hoş görülmüş, fakat kapitalizm asla durmamış, bugün yüz milyonlarca dolarların döndüğü porno endüstrisinin mimarı olmuştur. 50 sene evvel hayatımızda dahi olmayan televizyon, bilgisayar, internet gibi şeylere artık tamamen muhtaç hâle gelmemizi de belki bu trendlere bağlayabiliriz.

İçerisinde yaşadığımız dünyanın nosyonlarıyla hayatı ve anlamını tasavvur ettiğimiz bir realitedir. Peki, biz bugün hangi nosyonlarla hayatı kavrıyoruz? "Doğru, iyi, güzel, sevâb, ahlâklı, günah" gibi ilâhî mefhumlarla mı, yoksa "bana göre, şuna göre, kâr, getirisi yüksek, zevkli, eğlenceli" gibi kavramlarla mı? Elbette ki nizam-ı âlem, yani içinde bulunduğumuz sistem bize hangisini sunuyorsa, hangisiyle hayatımızı devam ettirebilmemiz kâbil ise, onları tercih ediyoruz. Tabiatıyla günümüz dünyası, bizi ikincisine kanalize ediyor. İçerisinde yaşadığımız dünyada asgari şeyleri temin için yaşanması lüzumlu hayat ile kadim dünya görüşünün öngördüğü hayat arasındaki derin çelişki, insanı bir seçime mecbur bırakıyor. Ekseriyet de, dünyayı seçiyor. Çünkü reel hayat bunu icâb ettiriyor.

İşte tüm bu olanlar, tarz-ı hayatımızı değiştirdi. Kadim hayat tarzımızın artık yaşama imkânı kalmadı. Bizler, kapitalizmin haz ve tüketim dolu dünyasında birer nefer olmaktan başka bir mana ifade etmeyen, "homo economicus"lar, yani bir piyasada makul tercihler yapabilen aktörler hâline ircâ edildik, indirgendik. "Azıcık aşım, kaygısız başım" diye bir darb-ı meselin olduğu bu toplum, daha iyi yaşamak, daha çok yer görmek, daha prestijli olmak, daha çok para kazanmak için hemen her haltı yiyen, bunu kapitalizmi icâd eden Avrupalılardan çok daha ilerilere taşıyan bir güruha dönüştü. Zira bizim toplumumuz, Avrupalının aksine görmemiştir.

Kapitalizmin bizi yukarıda ifade ettiğim şekilde yaşamaya mecbur bıraktığı, bunu yaparken de kendisi hakkında düşünmenize pek fırsat vermediği bir asırda yaşıyoruz. Dolayısıyla üstyapımız, yani inancımız ve devletten beklentilerimiz de bu yönde. Bize karışılmasın, rahat olalım istiyoruz; fakat devlet her türlü mâişetimizi de karşılasın: bedava sağlık, eğitim hizmeti sunsun istiyoruz. Lakin bunları isterken, aslında "dini inandığımız şekilde yaşayamadığımız için, yaşadığımız şekilde inanmaya mahkûm" hâle geliyoruz. Artık dindarlık değil, dinsizlik para ediyor. Zira dindar, pek çok dünya nimetinden mahrum kalır. Dindar faiz yemez, hâliyle pek para da kazanamaz. Sıkıcı ve sakin bir hayat yaşar. Dizi izlemek, gezip tozmak, yeyip içmek varken, vaktini namazla, oruçla filan harcar. Kapitalizmin vaat ettiği dünyaya girmek, ancak dinsiz gibi yaşamakla mümkün. Eh, dinsiz gibi yaşayanın da bir noktadan sonra dine inanası kalmayacağı aşikârdır. Zira Platon, "bilgi" için "Justified True Belief" kavramını kullanır. Bu kavram, "Realiteye Uyan Kesin İnanç" demektir. Bugün insanlar, inançlarını realiteye uyduramadıkları için, esasen bir "yakîn bilgi" olan dini, hayatlarından dışlamakla övünür hâle gelmişlerdir. Üstelik, toprağı bol olsun, meşhur din sosyologu Peter Berger, "din" kavramının aslında insanla makro kozmos (kâinat) arasında ilişki kurmaya yarayan bir vasıta olduğunu söyler. İnsanla kozmosun, kutsallık aracılığıyla aynılaştırılması, özdeştirilmesi ve bunun anlamlı bir sûretle gerçekleştirilmesinin adı, "din"dir. Dolayısıyla dindar olmak demek, kendisine anlamlı ve nihâî olarak meşrû bir dünya inşa etmek ve bunu sürdürmek demektir. Modern dünyanın zaten bu nihâî emelli ve meşrû bir hikmete tâbi olarak işleyen bir dünyayı reddettiğini yazımızın en başında söylemiştik.

"Tamam diyelim ki artık bir dine inanasımız yok. Fakat sen böyle böyle anlatıyorsun da, bugün insanlar senin tabirinle "nihilist" olsalar dahi, hayatlarını sonuç itibariyle devam ettiriyorlar. Buna ne dersin, hani bu iş Allah'sız olmuyordu?" suâline de şöyle yanıt verebilirim:

Bugün hepimiz "sensual" (hissî) bir dünyadan ziyade "virtual" (sun'î, yapay) bir dünyada yaşıyoruz. Online münasebetlerimiz, hakikî ve reel ilişkilerimizden daha güçlü ve adetçe çok. Online'a harcadığımız vakit, en iyi dostumuzdan, eşimizden, çocuğumuzdan daha fazla. Jean Baudrillard, realitenin ve hakikatin yerini "simulacra"nın ikâme ettiği bir dünyada yaşadığımızı söyler. Bu simulacra denen şey, gerçek olan şeyin yerine kendisini geçiren ve onun imgelemi olmaktan daha fazla bir mana ifade etmeye başlayan, adeta yerini tuttuğu şeye dönüşen bir imajdır. En nihayetinde reel dünya ile simulacranın imajlar dünyası birbirine girmeye başlar. Simulacra dünyası öylesine gerçek olur ya da gerçeklik, hakikatini o denli yitirir ki, simulacra realiteye, gerçeklik ise "hiper realiteye" dönüşerek özdeşleşir, aralarındaki fark yalnızca bir derece ve mertebe farkından ibaret kalır. Gerçekliğin perdelendiği bu dönemdeki esas sıkıntı, kapitalizm vasıtasıyla insanlığın bu durumu tabiî olarak kabullenmesi, doğal görmesi ve en nihayetinde bundan keyif almak maksadıyla bu durumu meşrûlaştırmasıdır. Hâliyle insan buraya mahkûm olur ve düştüğü cendereden bir türlü kurtulamaz.

Simulacra insanı, kalben hastadır. Hasta adam, halüsinasyon ve vizyonlar görür. Bu vehm ve hayallere kanarak, bunları gerçek zanneder. Dolayısıyla, bir şeylerle oyalanarak yaşaması, hakikatte yaşamak değildir. Ona bakarsanız bir hayvan da dertsiz tasasız yaşar. Yaşamak için, farkında olmadan, içgüdüleri vasıtasıyla varlığını devam ettirir. Buna esasen yaşamak denir mi? Aristoteles, "erdemli hayat" diye bir kavram ortaya atıyor. Ahlâkın, doğrunun, mutlak iyinin deşifresi ve tatbiki ile ancak hayat anlam kazanır diyor, yoksa yaşamaktan maksad, süflî bir hayat sürmek değildir diyor. Eh, bugünün insanının da hayvanâttan pek farkı yoktur. Müslüman iken irtidad eden de işte bu simulacra heyulâsına, furyasına kanmış ve katılmış demektir.



Yukarıdaki iki fotoğrafı, tesettürünü bıraktığı için hür kaldığını, dine inanmaktan (muhtemelen, pek tedkik etmedim) vazgeçtiği için, şövalyelik yaparak çeşitli sembollere saldıran Don Kişot muamelesini kendi zâtına yapan bir hanım görüyorsunuz. İşte simulacra insanı, aynen böyle bir şeydir. Bu çağ, hakikaten insanın beynini ve aklını iğdiş ediyor, onu hırpalıyor.

Bu hanıma denmez mi, "Behey şaşkın! Sen kendinin seçmediği bir ailede, kendinin seçmediği bir ırka dahil, kendinin seçmediği bir dine mensup olarak doğduğun için bu olguların hepsi değersiz, beş para etmez şeyler oluyor da, sen kapitalizm asrında dünyaya gelmeyi seçtin mi de, kapitalist yaşam tarzına uygun bir şekilde yaşamak için, bugün kendi 'seçtiği'ni iddia ettiğin kimliğini oluşturmanın akabinde, kendi inşa ettiğin hayatı yaşadığına inanma vehmine düşüyorsun? Sen basbayağı senin gibi yaşayan milyarları taklit etmeyi, hürriyet zannediyorsun. Feodal asırda doğan milyarlar aptaldı da bir sen mi akıllısın?"

Yani bunlara göre, insan bir Müslüman olarak doğduğu zaman özgürlüğü elinden alınmış oluyor. Hayatı "kendisine ait" olmuş olmuyor. Hayatının kendisine ait olabilmesi için, Allah'ın va'zettiği fıtrî düzeni ve hayatı bırakıp, kapitalizmin "böyle yaşarsan daha keyifli ve eğlenceli yaşarsın, daha çok zevkli iş yaparsın" sanrısına uymanız gerekiyor. Allah'ın dediğini yaparsanız bu baskıdır, kapitalizmin sizi açıkça mecbur bırakmaya çalıştığı şeyi yaparsanız bu hürriyettir.

Benim bildiğim vasat ekseriyetin zıddına gidenler övülürler. Dünyanın vasat ekseriyeti gâfil, ölümden habersiz, cahil, Allah'sız insanlardan müteşekkildir. Bunların dışında olanlar ancak az bir kısımdır. Bunlar hayatın nimetlerinden ümit kesip, fâni şeylere bağlanmayan insanlardır. Fakat biz bir simulacra dünyasında olduğumuz ve bu dünyada da doğrular yanlışlarla yer değiştirdiği için, abes olan normal, övülmeye layık olan lanete müstehak, normal olan da garip görülüyor.

Böyle bir dünyada ne söylenir ki? Allahü teâla bu dünyada garib olarak canımızı alsın! Çünkü bir hadis-i şerifte, "Ümmetimin başı garib idi, sonu da garib olacaktır" buyruldu.

Bu ümmetin başına yetişemesek de, şu ahir zamanda muhtemelen sonuna doğru eriştik. Bununla da  elhamdülillah mübâhîyiz.

3 yorum:

  1. Selamünaleyküm. Yazınızı bir çırpıda okudum. Çocuklarıma da mümkün olduğunca okutmaya çalışıyorum. Bu zalim kapitalizm değirmeninin çarkından nasıl korunulabileceğini anlatmışsınız. Çok teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  2. Ve Aleyküm selam, istifade etmenize sevindim.

    YanıtlaSil
  3. harika bir yazı olmuş , tebrik ederim.günümüzün güncel soru/sorunlarına dair ufkumuzu genişleten başkaca yazılar yazmanızı da bekliyoruz.

    YanıtlaSil