23 Ocak 2019 Çarşamba

Allah'ın Hidayeti Nasib Etmesi

Bazıları, “Allah dilemedikçe, sizler dileyemezsiniz.’’ (ed-Dehr, 30), “Rabbin istediğini yaratır ve yalnız kendi ihtiyar eder. İhtiyar ve irade, onların elinde değildir.” (el Kassas, 68), “Sen sevdiğini hak yoluna sevk edemezsin. Belki Cenab-ı Hakk, istediğini o yola sevk eder.” (el Kassas, 55), “Onlara melekler indirsek, ölüleri lisana getirsek ve bütün kâinatı başlarına toplayarak onlara teminat verdirsek dahi, ilâhî irademiz taalluk etmedikçe yine iman etmezler.” (el En’am, 111), “Cenab-ı Hakk her kime hidayet etmek isterse, onun sinesini İslâmiyet için açık ve müsait kılar, delâlette bırakmak istediğinin de göğsünü o derece dar ve sıkı bir hâlde bulundurur ki, oraya hakikat nurunun girebilmesi, sahibinin göğe çıkabilmesi gibi imkânsızdır.” (el En’am, 125) ve “Ben size nasihat etsem de Cenab-ı Hakk delâlette kalmanızı irade etmişse, nasihatim size fayda vermez.” (Hud, 24) gibi ayetlere bakıp, “Kâfirin kâfir olmasını veya kalmasını madem ki Allah diliyor, o hâlde ne için azâbı onlara revâ görüyor? O dileseydi, herkes iman eder, kurtulurdu.” demektedir. Nitekim En’am Sûresinin 149. ayetinin sonunda “(Allah) eğer dileseydi, hepinize hidayet ederdi.” buyrulmuştur. O hâlde bu meselenin izahı, nasıl kabil olur?

Mâlûmdur ki, insanın cüz'î iradesi esasen tam anlamıyla hür değildir. İnsan belki istediğini yapabilir fakat ne isteyeceğini veya hangi sebeplerin onu bir şey yapmaya ikna edip edemeyeceğini bilemez. Dolayısıyla, zihnine doğan sebepleri Allah ona ilkâ etmiştir. Osmanlı devrinin muteber âlimlerinden Akkermânî [1], yazdığı ''İrade-i Cüziyye'' isimli bir risalede şöyle söylüyor:

“Bir insanın bir işi yapması yapmayı irade etmesi ve ardından o işe girişmesi, ancak şöyle olur:
      1)                Bir işi tasavvur etmek, yani hatırlamak,
2)                O işte şevk veya lezzet duymak,
3)                Cüz’î iradeyi kullanarak harekete başlamak,
4)                Hareketin meydana gelmesi.
İnsanın hatırına gelen tasavvurları ve o işten şevk veya nefret duymayı Allahü teâla yaratıyor. Çünkü bunlar var olan şeylerdir ve var olan şeyler yaratılmaya muhtaçtır. İrade-i cüz’iyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahü Teâla’dır. Kulun iradesinin meydana gelmesi de ancak önce tasavvur ve şevk yaratılması ile olur. Meselâ bir kimse, sadaka vermeyi ve sevabını tasavvur eylese, kendisinde şevk veya nefret hâsıl olur. Buna göre irade eder veya etmez. Şevk, irade etmek demek değildir. Nefret de iradeyi kullanmamak demek değildir.” (Yani Allah’ın insan zihnine ilkâ ettiği sebepler, insanı bir işi işlemeye veya işlememeye mecbur bırakmaz, demek istiyor.) Nitekim meşhur Şeyhülislâm Ebussuud Efendi de yazdığı kadere dair bir risalede, “İrade ile yapılan işleri yapmak arzusunu, Allahü teâlanın yaratması da cebr olmaz. O arzuyu Allahü teâla yaratır ise de insan kesb etmektedir. Allahü teâlanın iradesi, bir işi yalnız yaratmaya veya yaratmamaya şâmil olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu (kapsadığı) gibi, insanın iradesi de böyledir. İşi yapmayı da yapmamayı da irade edebiliriz. Yani yapmayı istediğimiz anda, yapmamayı da irade edebiliriz. Bir işi yaparken hiç kimse, ‘Bu işi yapmamak elimde değildi’ demez.” diyerek meseleyi izah ediyor [2].

Yani aslında Allahü Teâla'nın küllî iradesinin, insanın cüz'î iradesini sevk etme şekli, onun zihnine ilham ederek sebepler yaratmak ve böylece onu bir cihete sevk etmek (drive) ile oluyor gibi görünüyor. Söz gelimi, bir insan namaz kılmayı hatırladığı zaman, o işten ya şevk ya da nefret duyar. Bu, insan elinde olan bir şey değildir. Diyelim ki bir adam, bugün İslâmiyet'i layığıyla kavrayamıyor. Güzel ve rahat yaşamak istiyor, İslâmiyet'in buna mâni olduğu kanaatine dünyada gördüğü yanlış tatbikatlarla ulaşmış. Artık bu hal, vicdanında öyle bir raddeye gelmiş ki, İslâmiyet'e dair herhangi bir şey hatırladığı zaman zihnine yalnızca nefret doğuyor. O hâlde bu sebebe uyarak İslâmiyet'ten nefret edip kâfir olabilir. Lakin, “Allah'ın ahlâkı ile ahlaklanınız”, hadis-i şeriftir. Yani, bu aslında zihninizde dahliniz olup yahut olmadan doğan şevk veya nefret hislerinden, sizi hakikate götürecek olanlara uyun, ötekilere uymayın demektir. Eğer ki bu adam, “bu belki böyle değildir, soralım soruşturalım” deyip içindeki nefret hissine rağmen ibadetlerini yapsa, misal namaz kılmayı hatırladığı vakit canının hiç istemediğini gördüğünde, bu hadis mucibince, bu sebebi kâale almayıp fiili gerçekleştirse, yani namaz kılsa, o vakit bir müddet sonra Allahü teâla, onun zihninde nefret değil, şevk duygusu yaratır. Onu bu yöne sevk eder. Kul, bu yöndeki duygularına ve sebeplerine yapıştıkça, fiiliyatta daha da imanlı bir hâle gelir. Böylece Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanma hadisi, o kişide tecessüm eder.

Yani insan, “düşüncesine arız olan mülâhazaların ne kadar tesiri altında bulunsa yine bu mücadelelerde mağlup olmamak yolu kendisine karşı kapanmaz. Seçim hakkı yine elinde bulunur. İnsanı tesiri altında bulunduran fikrî süreçler, insanı bir işe zorla yaptırmaz. İkna ederek yaptırır. İkna olup olmamak ve bu fiili işleyip işlememek, yine insanın elindedir. Haliyle, insan yaptığından mes'uldür” [3]. İşte Allah, bu süreçlerde fena fikirlere mağlup olmayıp, güzel sebeplere tutunarak hayırlı işler murad edenler için hidayet diler ve onun hidayetini arttırır.

Nitekim Allahü teâla,

Doğru yola gidenlerin hidayetlerini arttırırız ve onlara takvalarının karşılığını veririz.” (Muhammed, 17)

Allah, Kur’an ile rızasına tâbi olanları selâmet yollarına sevk eder.” (el Maide, 16)

buyurarak, böyle davrananları kendisine sevk edeceğini ifade ediyor. Bir hadis-i kudsî'de de: 

Kulum bana nafilelerle yaklaştıkça, onun gören gözü, tutan eli, duyan kulağı olurum.” buyuruldu [4]

Demek ki bu izahımız doğrudur. Bu izahımızla beraber, hayırsız sebeplere uyanların da bu ''drive'' (yönlendirme) süreci içerisinde, adeta kendi kendini helâk çukuruna atması mukadder olmuş gibidir, Allah bunlar için de delâlet diler ve bunlar böyle yaptıkça, oradan çıkamaz olurlar:

Onlara ayetlerimiz okunduğunda, ‘eskilerin masalları’ derler. Doğrusu, hayır, belki de yaptıkları işler kaplerine galip geldi.” (el Mutaffifin)

Belki Allah onların küfürleri sebebiyle kalplerini mühürledi de, ancak az bir kısmı iman eder.” (el Maide, 155)

İman ettikten, Peygamberlerin hak olduğunu gördükten ve kendilerine apaçık deliller ulaştıktan sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete eriştirir? O Allah ki, zalimler güruhuna hidayet etmez.” (Âl-i İmran, 86)

Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söylemeyi âdet edindikleri için, O da fiillerinin akıbeti olarak onların kalbine kıyamete değin sürecek bir nifak verdi.” (Tevbe, 77).

İnsanlardan kimileri vardır ki, bazıları Allah yolunda sabit, ne olursa olsun oradan dönmeyecek gibilerdir; bazıları da tam tersi, ne yapılsa inanmayacak gibi. İşte bu ayetler, Allah'ın küllî iradesinin insandaki cüz'î iradeyi etkileme sürecinden sonra, artık hayırlı işler murad edenler için hidayet dileyerek hidayetini arttırıp, orada sabit kılacağını; imansızlık kesbeden için de âdet-i ilahîsi gereği umumiyetle delâlet dileyeceğini ve onları delâlette bırakacağını anlatıyor.

Buradan anlaşılıyor ki, Allahü teâla hidayeti dileyene verir; yani insanın hidayete ermesi için birincil şart, istemektir. Âdeti veçhile böyle yapar. Fakat bazen, delâlette olduğu hâlde kendi istediklerinden bazılarına da verir. Yani onun hidayete kavuşacağı yolları gösterir. Bu bir kitap, salih bir dost, hayırlı bir iş ya da eş vesaire olabilir; kul bunlardan kendi iradesiyle istifade eder ya da etmez. Bu bir ihsan ve lütuftur. Fakat âdeti böyle değildir, âdeti isteyene vermektir. Eğer âdeti istemeyene vermek olsaydı, yeryüzünde kâfir kalmazdı.

En azılı imansız dahi, içinde bulunduğu hâlden sıkılıp, halisâne imanı bulmayı dileyip, isterse, Allah ona bir şekilde yol açar. Nitekim Ankebut Sûresi 69. ayette, “Bizim yolumuzda gayret edenleri muhakkak ki doğru yola ileteceğiz. Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir.” buyruldu.




[1] 1759’dan vefatına kadar vazifeli Mekke kadısı. ö. (Hicrî 1170/Miladî 1760).

[2] Kadı Mehmed Akkermânî Efendi ve Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin bu müstakil risalaleri, şuradan istifade edilerek bu yazıya konulmuştur: Kadızâde Ahmed bin Muhammed Emin Efendi, Büyük Amentü Şerhi ve Dürr-i Yektâ Şerhi, Berekât Yayınevi, s. 238-259.

[3] Mustafa Sabri Efendi, Dinî Müceddidler, Sebil Yayınevi, s. 142-144.

[4] Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allahü teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu: Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü'min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38).



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder