25 Şubat 2017 Cumartesi

Âlem-i İslâm ve Hüccet'ül İslâm: Ah Şu Bilindik Terâne!



''İmam Gazzâlî ve Eş'arîlik yüzünden İslâm âlemi şuanki vaziyetindedir. Bunun iki türlü sebebi vardır; birincisi, Eş'arîliğin kader inancının Matüridîlikten farklı olarak birey hürriyetini tahdid etmesi ve en nihayetinde, bu hususiyetinin 'kaderci' bir toplum ortaya çıkarması; ikincisi, Eş'arî kelamının felsefeye, aydınlanmış akla karşı çıkmasıdır. İmam Gazzâlî ile birlikte Eş'arîlik Mu'tezileye galip gelmiş ve aklı boğmuş, özgür düşüncenin önünü tıkamış, bu da İslâm dünyasında bilim geleneğinin sona ermesine sebep olmuştur. İmam Gazzâlî olmasaydı, İslâm âlemi bu durumda olmazdı''.

Acaba bu terâneyi işitmeyen kalmış mıdır? İslâm dünyasını iki dakikada çözen 19. yüzyıl Fransız oryantalistlerinin icâdı olan bu argüman, aslında Avrupalı müsteşriklerin (şarkiyatçı, yani Doğu dünyasını tetkik eden ilim adamı) Abbasîlerin medeniyetine duyduğu hayranlıktan ileri gelen bir iddiadır. Avrupalı oryantalistlerin iddiası şöyledir: Abbasîlerin ve Endülüs Emevîlerinin kurduğu medeniyet, Mu'tezile mezhebinin rasyonalist tefekkür şekline dayanır; Eş'arîlik ise saf ortodoksiyi ve katı dinciliği temsil eder. Zira Mu'tezilîler ''Tanrı kötü değildir, mutlak iyidir; bu sebeple kötülüğü yaratamaz, bu sebeple insanlar kendi fiillerinin yaratıcısıdır'' diye ''pozitif bir kader anlayışı'' geliştirmiş iken, Eş'arî kelamı, ''İnsan yalnızca kesbeder, tüm fiillerinin yaratıcısı hakikatte Allah'tır'' demiş, böylece İslâm dünyasında bu kader inanışını yayarak kaderciliği ortaya çıkarmış, sorumluluk duygusunu, olaylar karşısında alınacak aksiyonculuğu, fikrî yenilik hareketlerini yok etmiştir. İmam Gazzâlî çok büyük bir deha olduğundan giriştiği cedellerde hasımlarını mağlup etmiş, bu sebeple ondan sonra Mu'tezile'ye karşı Eş'arî kelamı üstünlük elde ederek, İslâm dünyasından akıl/bilim yok olup gitmiştir. Üstelik İmam Gazzâlî; Farabî, İbn Sinâ gibi büyük İslâm filozoflarını 'kâfir' ilan etmiş, matematiği haram saymış, sonraki geleceklere de ilmî bir miras bırakılmasına mâni olmuştur. 

Gerçekten, işin aslına vakıf olanlar pekala çürütülebilecek bir mevkide bulunan bu teori, günümüzde oldukça fazla şakirde sahip, takipçisi ve inananı bol. Zira İslâm dünyasında yeşeren tüm sorunları tek bir sebebe ircâ ediyor ve geri kalan herkesin mesuliyetini sıfıra indiriyor. Bunu dillerine dolayan ''Modernist Müslüman'' tiplemesinin derdi, suçu Ehl-i Sünnet'in itikadî olarak Hak mezheplerinden birine (Eş'arîliğe) atarak ''dinde reform'' yapmaktır; böylece ''İslâm'ı hurafelerden temizleyecek ve onun masumiyetini ortaya koyacak''tır, oryantalistlerin nihâî gayesi de budur, çünkü onlar da şuanki Ehl-i Sünnet akidesine sıkıca bağlı bir Müslüman topluluğun, şeklen olsa dahi fikren asla asimile edilemeyeceğinin farkındadırlar. Tüm gaye, bilhassa Türkiye'de çokça bilinen ve sevilen bir âlim olan İmam Gazzâlî'nin şahsında Ehl-i Sünnet itikadının yarısını (diğer yarısı da Matüridîlik'tir) mahkûm etmek ve Müslümanların kafasını bulandırmaktır. Fakat, şuana dek muvaffak olamadılar, zira meselenin iç yüzünü bilenler, bunların pabucunu dama atıverdi. Şimdi, aynı işi biz de yapacağız.

Endülüs Emevîleri ve Mutezile: Bir Oryantalist Yalanı

Bu haritada Malikî mezhebinin hâkimiyet alanı açık mavi ton ile gösterilmiştir. ''Mağrib'' olarak bilinen alanın ve Endülüs'e yakın arazinin tamamen Malikî olduğuna dikkat buyrunuz. Bu, 14. yüzyılda da böyleydi.


Evvelâ şunu bilmek lazımdır: Endülüs Emevîlerinin muvaffakiyetleri, bir Mu'tezile başarısı değildir. Zira Endülüs'teki Müslümanların kahir ekseriyeti, Matüridî itikad sistemine dahil Malikî mezhebi ile ayrı bir itikadî sistem olan ve oldukça muhafazakâr olan (Ecnebilerde âdettir, her kavramı karikatürize ederler. Onların dilinden konuşmak gerekirse; Matüridîlik içerisindeki fıkhî mezheplerden Hanefîlik ve Malikîlik en liberal mezheplerken, Eş'arîlik içerisinde yer alan Şafiîlik orta derecede, Hanbelîlik ise sert derecede muhafazakârdır. Zahirîlik mezhebi de böyle muhafazakâr bir mezheptir) Zahirî mezhebine mensup idiler. Üstelik Endülüs'te doğan ve Zahirîlik mezhebini oldukça marjinal bir konuma taşıyan İbn Hazm, felsefenin küfür olduğuna fetvâ veren bir zat idi ve etkisi gerek siyasetçiler, gerekse devrin ilim insanları ve halkı arasında oldukça yaygın olan bir zat idi. Endülüs'teki Mu'tezile etkisi, oryantalistler tarafından maksatlı olarak abartılmaktadır. Zira Batılı müsteşrikler, Mu'tezile mezhebinin fikî teşekkülünü, Batı aklına benzetmişlerdi. Zira örneğin Mu'tezilî filozof El Kindî felsefeyi imanın önüne koymuş, ''Felsefe, hakikatin en yüce mercisidir'' demişti, fakat sonradan yapılan araştırmalarla, aslında Mu'tezile mezhebinin de beklendiği kadar liberal olmadığı Avrupalılar tarafından itiraf edildi. Zira büyük Sünnî imamlar, meselâ Ahmed bin Hanbel ve İmam Ebu Hanife gibi iki büyük imamın ölümü, Mu'tezile mezhebinin mümessillerinin elinden olmuştu. Dolayısıyla, Mu'tezile mezhebinin ''Kur'an'ın yaratıldığı'', ''büyük günah işleyenlerin tövbe edene dek ne imanlı ne imansız olduğu'', ''ölümden sonra dirilişin yalnız ruhânî olacağı'' gibi sadece akılla çıkarılmış görüşleri, Ehl-i Sünnet uleması tarafından reddedildiğinde, yaptıkları işkence etmek ve öldürmek oluyordu. ''Doğu İslâm'ı'' denilen Abbasî hilafetinde Mu'tezile hâkim iken ve orada böyle bir ortam varken, Ehl-i Sünnet hâkimiyetindeki Endülüs hilafetinde, bu türden şeyler yaşanmadı; Endülüs Emevî devletinde Yunan felsefesiyle İslâm itikadının karışma tehlikesi hep bertaraf edildi, böylece ''Batı İslâm'ı''nı temsil eden Endülüs'te, İslâm dünyasına yapılan ilmî/fikrî katkı, Mu'tezilî mezhebini benimsemiş Abbasî iktidarından çok daha fazla oldu. Örneğin İmam Gazzâlî'yi eleştiren İbn Rüşd, Endülüs'teki bir Malikî kadısıydı, bir Mu'tezile değildi.

İmam Gazzâlî, İlim Anlayışı ve Mücadelesi
''Mantığa dayanarak, akl ile, düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince, bu yoldan îmân elde edilebilir. Fekat elde edenler pek azdır. Allahü teâlânın varlığını bu yoldan isbât etmekde, mevlânâ Celâleddîn-i Devânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” gibi biri dahâ bulunduğunu bilmiyoruz. Çünki bu, hem muhakkıkdır ve hem de sonra gelenlerdendir ve bu yüksek varlığı isbât etmek için çok uğraşmışdır. Böyle olmakla berâber, ondan sonra gelenlerden onun yazılarını açıklayanlar, onun ileri sürdüğü düşüncelerden, olaylardan yanlış veyâ kusûrsuz olanını görememişlerdir. Açıklarken çok fikrleri de- ğişdirmek zorunda kalmışlardır. Bundan anlaşılıyor ki, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” taklîd etmeğe dayanmadan, yalnız istidlâl ile îmân hâsıl edenlere yazıklar olsun!'' (İmam Rabbânî Hazretleri, Mektubat, 272. Mektub)
 Yukarıda okuduğunuz satırlar, Hindistan'da yetişmiş bir tasavvuf büyüğü ve Allah dostu olan İmam Rabbânî Hazretleri'nin ''iman'' mefhumu hakkındaki son derece isabetli görüşlerini içermektedir. İman, her şeyden evvel bir ''inanma'' fiilidir. İmanın ilk mertebesi bu olduğu kadar, son mertebesi de budur; zira iman akılla, fennî ve ilmî delille zenginleşse de, onlara dayanarak ayakta kalamaz. Zira ilim ve fen, değişir. Bunlar değiştikçe, üzerine bina edilmiş olan ''iman''ın sağlam kalması için, yeniden bir ilmî delillendirme yapma zarureti hasıl olur. Buna insan belki takat yetiremez. İmanı zayıf düşer. Allah korusun, belki de ondan gidiverir. Bu sebeple iman ederken, kalben ve hissen ''inanmak'', imanı buna binâen inşa etmek gerekir.

İşte, İmam Gazzâlî'nin tüm mücadelesi de bu ''iman faaliyeti'' içindi. Onun yaşadığı dönemde, İslâm dünyası Haçlı seferleri, Gulat-ı Şia (Batınî) taifesinin terörist eylemleri ile çalkalanırken; belki de en önemli tehdit, Abbasî hilafetinin ve Mu'tezile mezhebinin İslâm'ın içine sokuşturduğu ve ''iman''ı onun üzerine bina etmeye kalktığı Yunan felsefesi idi. İmam Gazzâlî, ömrünü antik Batı fikriyatının ürünü felsefeyi, dinin işi olan alanlara, yani ''Allah'ın varlığı ve birliği, nübüvvetin imkânı, ölümden sonra haşrin ruhânî değil, ruh ile birlikte bedenen olacağı'' gibi alanlara karıştırmamak için mücadele verdi. Yoksa felsefeye, mantığa, kıyas metodlarına ve ilme karşı çıkmadı. Bilakis,
''Bir görüşü tamamen incelemeden ve anlamadan ona muhalefet etmek, anladım ki karanlığa taş atmaktır.''
''Filozofların her söylediğini reddetmek Müslümanları cahil gösterir, çünkü filozofların her söylediği kendi dimağlarının ürünü değildir; bunlardan pek çoğu hesaba dayalı ilimlere dayanır; o kişi filozoftur diye, her söylediği dine aykırı veya yanlış değildir!''
gibi El-Munkız'ında ortaya attığı görüşleri, Gazzâlî'nin hakikaten ilme kıymet veren büyük bir âlim olduğunu ispat eder. Hem o, kendisinden evvelki ''delilin butlanından medlulun da butlanının lazım geldiği'' (yani, delil değerini kaybettiğinde onun üzerine bina edilmiş hükmün de direkt iptal olacağı) görüşünü değiştirerek, bu sayede fıkıh ve kelamda mantık, kıyas gibi felsefe kaynaklı ilimlerin meşru kılan, böylece İslâm dininde hüküm çıkarma meselesini daha ''aklî'' kılan bir şahsiyettir. Bunu İbn Haldun, ünlü Mukaddime'sinde şöyle anlatmaktadır:
''Dinî akideleri ispat için alimler bazı deliller tespit etmişlerdi. Fakat mantıkçıların bazı görüş ve kuralları bunu çürütüyor gibi görünüyordu. Ebu’l Hasen el- Eş’arî gibiler ‘delilin butlanından medlulun de butlanı lazım gelir’ tezini ileri sürmüşlerdi. Buna göre mantıkçıların Mütekellimlerin ileri sürdüğü delilleri çürütmekle, ispata çabaladıkları dinî nassların da çürüyeceği kanaati hasıl olmuş ve mantık hücuma uğramıştır. Fakat daha sonra Gazzalî ve Razî: ‘Delilin butlanından, medlulun da butlanı lazım gelmez ve mantık bazı delilleri bizzat çürütmesine rağmen, asil dinî akideleri çürütemez’ tezini savunmuş, böylece mantık caiz görülmüştür.''
Dolayısıyla, İmam Gazzâlî, dinin ''kendini yenilemesine'' fırsat vermemek şöyle dursun, aslında bulunduğu asırdaki ''dinin tecdidi'' vazifesini yerine getiren bir ''müceddid'' idi. Eş'arî mezhebini, kıyas ve mantık hükümleriyle teçhiz etti.

Peki, esas mesele neydi? Şuydu: Aristo, Eflatun gibi Yunan filozofları, felsefeyi bir ''dünya görüşü sistemi'' olarak benimsemişler ve ondan başka hakikat tanımamışlardı. Bunların İslâm dünyasındaki mukallidleri olan Kindî, Farabî, İbn Sinâ gibi filozoflar ise aslında İslâmiyet ile mukayyed olmalarına karşın, İslâm dininin öngördüğü bazı meseleleri, Yunan filozoflarının söylediklerine uymuyor diye, kendi akıllarıyla tevil etmeye başladılar. Meselâ, onlara göre varlık telakkisi Aristo veya Eflatun felsefesine uygun olması gerektiğinden, ''idealar dünyasında cismen bir varlığın olamayacağı'' gerekçesiyle, fizikî haşri reddettiler, haşir, yalnızca ruhla olacaktır dediler. Bunda dayandıkları dinî bir mesned yoktu, fakat kendi akılları ve Yunan felsefesi böyle emrediyordu, dinî hükmü, gayrı dinî bir delilin üzerine bina ederek, esasen İslâmiyet'i değiştirmiş oluyorlardı. ''Allah cüz'î iradeyi bilemez'' dahi dediler. Hâlbuki Kur'an,
''O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez.'' (En'âm 6/59).
buyurmuyor mu? İşte, İslâm dünyasındaki kimi ahmaklar, ''Biz kendi aklımızla da dini anlarız'' diyerek, böylesine cinayetler işlemişlerdir. Böylelerine karşı çıkmak, İmam Gazzâlî gibi âlimler için hem dinî hem de ilmî bir vazife idi. O da bu filozofları kimi yerlerde küfür, kimi yerlerde de bid'at sahibi olmakla suçladı. Felsefeyi veya ilmi değil, bu ilmi yanlış sahada, yanlış şekillerde kullanan şahsiyetleri mahkûm etti. Zira Gazzâlî, ilm-i nücûm (astroloji) dışındaki hemen hemen tüm ilimleri mübah ve mahmûd (faydalı) kategorisine sokar, ona göre bu ilimler kötü değildir; ancak kötü emeller için kullanılmaları müstesnâ... O, tüm bu çabası nedeniyle Selefî ekolün temsilcilerinden İbn Teymiyye tarafından ''felsefeyi tasavvuf kalıbına döken adam!'' olarak eleştirildi. Onun mutasavvıflığı da, ondan sonraki hemen hemen tüm tecdid fonksiyonlu âlimlerin hem tasavvuf hem fıkıh veçheli olmasını sağladı; Osmanlı Dersaadet'inden fışkıran nurun timsali, müceddid Ahmed Ziyaeddin Gümüşhânevî Hazretleri de, Hindistan'da müthiş bir mücadele veren İmam Rabbânî Hazretleri de, aynı İmam Gazzâlî gibi, düalist kimliklere sahip idiler.

Gazzâlî, Yunan filozoflarının ''determinist'' fikirlerini İslâm dünyasına taşıyan filozoflarla da mücadele etmiştir. Bunlara göre, meselâ ateş tabiatı icâbı yakıcıdır ve muhattabını illâ ki yakar. Hâlbuki, Allah dilerse, ateş kimseyi yakmaz; zira Hazret-i İbrahim'i yakmamıştır. Buradaki inceliği anlayamayan filozoflar, yine meseleyi tevil etmeye girişmekteyken, İmam Gazzâlî, olayı oldukça çarpıcı bir akıl yürütmeyle vuzuha erdirmiştir. O'na göre, ateşin pamuğu yakması, insanın gözlemine göre yalnızca ateşin pamuk değdiği anda yandığını gösterir; ateş değdiği için yandığını değil. Bu tevafuk (denk gelme), tefaul (etkileşim) manasına gelmez; dolayısıyla ateşin, yanma eyleminin gerçek sebebi olduğunu söylersek, bu saf tecrübenin ötesine geçen boş bir iddia olur. Eylemin gerçek veya mutlak faili, melekleri veya doğrudan etki ile Allahü teâla'dır. Sebep diye gördüğümüz canlı ve cansız varlıklar ise sadece birer vesiledir; bu yüzden pamuk ateşi yakabilir de, yakmayabilir de; pamuk, ateş gibi bir vesile olmadan kendi kendine de yanabilir. Her an hüküm sürdüğü hadis âleminde Allah'ın odunu yakması veya yakmaması gibi iki ''mümkün'' şıktan birinden ''zorunlu'' bir ''tabiat kanunu'' çıkarmak, Rububiyetin şanını ihlâl edeceğinden, câiz olmaz. (Bu paragraf hemen hemen tamamen Bedri Gencer'in ''İslâm'da Modernleşme'' isimli eserinden iktibas edilmiştir, tafsilat için oraya müracaat edilmesi rica olunur). Yani, Allah'ın âdeti böyle olduğundan, yani ateşin yakması olduğundan, insan gözle gördüğünden bir hüküm çıkararak ''tabiat kanunu''na ulaştığı hissine kapılır. Lakin, Allah için bir zorunluluk yoktur. Bu sebeple ''mucize'' kavramı İngilizce'de ''extra-ordinary'' mefhumuyla karşılanır, ''ordinary'' (olağan, âdet) olmayan şey, bizim için ''olağan'' olmayandır, Allah için değil. Nitekim, Avrupalı filozoflar da bunun farkındadırlar. Örneğin David Hume,
Gerçek dünyadaki olaylar, aklın buyruklarını izlemezler; çünkü onlarda saf rasyonel ilişkilerin kat'îliği ve kesinliği yoktur. Örneğin, sebep ve sonuç birbiriyle zorunlu bir ilişkiyle bağlanmaz, sadece deneyimin bize yüksek bir sıklık derecesiyle vuku bulduğunu öğrettiği olayları tanımlar. Deneyim tarafından desteklenmiş ve önceki tüm örneklerde sabit bir biçimde beraber vuku buldukları gözlemlenmiş olsa da, bize asla nesnelerin bir diğeriyle zorunlu bir ilişki içinde olduğunu göstermez.
şeklindeki mülâhazalarını serdederek, aslında Gazzâlî'yi tasdik etmektedir; lakin ne hikmetse, onlar hiç irtica veya ''aklı boğmak'' ile suçlanmamakta iken, İmam Gazzâlî suçlanmaktadır. Üstelik, George Saliba gibi bilim tarihçileri, ''Islamic Golden Age'' denilen dönemin, Gazzâlî'den bir 150-200 sene daha, Moğol İstilasına dek sürdüğünü, İbn Haldun gibi bir zatın bu dönemde gelerek, İslâm dünyasında en özgün eserlerden birini verdiğini görmezden gelerek...

İbn Rüşd ve Gazzâlî: Yanlış Değerlendirilmiş İki Figür

Daha evvelden belirttiğimiz gibi, Gazzâlî Antik Yunan etkisinde kalan İslâm filozoflarına karşı mücadele etmişti. Fakat kendisinin vefatından sonra, görüşlerine bir karşı hücum oldu. Bu hücum, İbn Rüşd'den geldi. Bu da çoklarını, İmam Gazzâlî'den sonra gelen İbn Rüşd'ün, ''felsefenin şampiyonu'' olarak felsefeyi müdafaa ettiği zannına sürüklemiştir. Hâlbuki İbn Rüşd, mezkûr hücumunda, bizim de ilk satırlarda ifade ettiğimiz üzere ''Doğu İslâm'ı''na özgü bir durum olan ''iktidara gelerek düşüncenin hakkını verememe'' pozisyonunda olan İbn Sinâ ve Farabî gibi proto-Mutezilileri müdafaasında, ''o kavramdan bu mana çıkmaz, filozoflar âlemin kadîmliğinden bahsederken, aslında o manada söylemiyorlar'' şeklinde tabirler kullanmış, böylece pek çok konuda Gazzâlî'yi İbn Sina/Farabî ekolüne karşı haklı bulmuştur. Yani, aslında Gazzâlî'nin haklı olduğunu, fakat filozofların ifadelerinin O'nun dediği gibi yorumlanamayacağını, zira ''Doğu İslâm'ı''nda fikrî hürriyetin noksanlığından ötürü, ifade edilmek istenen düşüncenin hakkının verilemediğinden bahsetmektedir. Zira İbn Rüşd, bir Malikî kadısıdır, ulemadandır. Üstelik, bir âlimin küfrü gerektirir dediği bir şeye, başka bir âlim küfrü icâb ettirmez diyebilmektedir. Örneğin muteber Osmanlı Şeyhülislâmlarından Kemalpaşazâde, Gazzâlî'nin ''Tehâfüt''üne bir haşiye yazmış ve Gazzâlî'nin küfürdür dediği ''âlemin ezelî olduğu'' görüşü için küfrü gerektirmez kaydını düşmüş, İbn Sinâ'dan ''şeyh'' mahlası ile bahsetmiştir. Üstelik İbn Rüşd, sözde ''kavga ettiği'' İmam Gazzâlî'nin usûl-i fıkh kitabı ''El Mustafa''ya bir telhis (özet) yazmıştır. Hülâsa, Bidâyetü'l Müctehid ve Nihâyetü'l Muktesid namında bir mukayeseli fıkıh kitabı da yazmış olan İbn Rüşd ile Gazzâlî'nin ortak noktası, ayrılıklarından çok daha fazladır.

Matematik Neden Harammış?

Burada, son olarak internette popüler bir Youtube videosuna bakılarak yapılan, ''İmam Gazzâlî matematiğin haram olduğunu ispat etti'' şeklindeki bir iddiaya da değinmek isterim. Burada olan Gazzâlî'nin matematiği haram kılması değildir, avamın filozofların matematikî kesinlik sunan ilimlere bakarak, filozofların din hakkında da söyledikleri doğrudur hissiyatına kapılmasına mâni olmak için, lüzumundan fazla matematik/geometri öğrenmeye filozoflarına yanına gitmemelerini istemesidir. İslâm dünyasında teknik ve küllî bilgi ('knowledge' ve 'information') ''ketm-i ilm'' anlayışı çerçevesinde, avam ve havas için bölünmüştür. Âlimler ve entelektüel faaliyetle iştigal eden yüksek kesim, bu ilimleri öğrenmekle mükelleftir. Fakat avam, hazmedemeyecekleri, öğrenseler de faydalanamayacakları derin dinî ilimleri ve imanlarına zarar verecek, hayatların da lüzum da duymayacakları teknik bilgiyi öğrenmekten men edilir. Örneğin Buhara'da manavlık yapan bir Müslüman, derin kelam eserleri okumaz; bu toplumsal hijyen için mühimdir. Aynı şekilde bu manav, bir filozofun yanına yerleşip matematik & geometri de tahsil etmez, zira bu ilimlerin kesinliğine kanıp, ''bu filozoflar çok bilgin insanlardır, bunların dinî bilgisi herkesten büyüktür'' diye cahilâne bir duyguya kapılır ve küfre düşerler. Gazzâlî, böyle bir mütalaada bulunmuş, onu yanlış anlayanlar ''İmam Gazzâlî matematiği haram kıldı!'' demişlerdir.

İşte, İmam Gazzâlî'nin oryantalist ve reformist Müslümanların gözünde suçlu olmasının sebebi budur: dini şeriat ve tasavvuf ile mezcederek, tecdidin yalnızca böyle yapılabileceğini, felsefeyle dinin hükümlerinin iptal edilemeyeceğini göstermiş olmasıdır. Yoksa, ilme karşı gelmesi veya mâni olması değildir. Bu sadece bahanedir. Yüz yıl da olsa bu boş propagandayı yapanlar, sonunda muvaffak olmuş, internet âleminde sözde Müslümanlar kitaplarını okumadıkları halde bu büyük veliyi yanlış tanımışlardır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder