26 Şubat 2017 Pazar

Ehl-i Sünnet, Hak Mezhepler ve Modernizm: Dinde Reform Tantanasının İç Yüzü

Osmanlı adliyesinin ileri gelenleri. Sağdan: İstanbul kadısı, Rumeli Kazaskeri, Mekke kadısı, kazasker başmuhzırı. (Resim: Arif Paşa: Mecmua-i Tesâvir-i Osmaniyye). Kaynak: Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı Hukuku, Arı Sanat Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul: 2012.
Bugün, bilhassa Türkiye'deki Müslümanlar arasında ''Ehl-i Sünnet nedir?'' polemiği mevcut. Zira bilhassa çeşitli ilahiyat fakültelerinde yuvalanan, ''reformist İslâm'' çizgisinden bir yol tutan pek çok ''hoca'', İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren ortaya konmuş itikadî ve fıkhî esaslara karşı çıkıyorlar. ''Hadisler Hazret-i Peygamberin irtihalinden çok sonra yazılmıştır, sıhhatli değildir'', ''Kur'an'da olan şeyleri alırız, olmayanları atarız'', ''Mehdi yoktur, Nüzul-i İsa hadisesi bizim tembelliğimizin bir ürünüdür, aksiyoncu olmalıyız'', ''Dinde aslında mürtedler öldürülmez, recm yoktur, kölelik meşru değildir; 1400 yıldır yazılan din aslında sahtedir'', ''Kimi sahabeler (Hazret-i Ebu Süfyan ve Hazret-i Muaviye kastediliyor) aslında Müslüman değildi, öyle gibi göründüler; bunlara sövmek meşrudur'' , ''Kur'an tarihseldir, kimi hükümleri bugün geçersizdir'' gibi akıl almaz şeyler ile İslâmiyet'in üzerine bina edildiği sistemi tabandan tahrip etmek istiyorlar. Buna Türkiye'li ''seküler'' Müslüman ilahiyatçı camia ortak olduğu kadar, Selefî ve Vehhâbî Arap uleması ve onların tesirinde kalanlar da ortak oluyor. Bunlar da, ''Laik devlet tağuttur, mutlaka yıkılarak devrim yapılmalıdır'', ''Devlette çalışan Müslümanlar kâfirdir, avukat tutanlar kâfirdir; zira laik devletin hukuk sistemi küffar sistemidir'', ''Allahü Teâla Arş'ın üzerine kelimenin tam manası ile istivâ etmiştir'' (oturmuştur, demek istiyorlar), ''Sufîlik ve tasavvuf şirktir; İmam Gazzâlî, Abdülkadir Geylânî, İmam-ı Nakşibendî, İmam-ı Rabbânî çok habis kişiliklerdir, bid'at sahibidirler, bazı yerlerde küfre düşmüşlerdir'' gibi saldırgan tavırlarla, bu sefer de Müslümanları ifrattan tefrite, yani bir başka aşırı kanada düşürmeye çalışmaktadırlar. Bir taraf dinde ''ağır gelen'' meseleleri dinin dışına itip ''dinde reform'' ile modernizm ile hesabı olmayan yeni bir Müslüman nesil ihdâs etmeye çalışırken, ötekiler ise kendileri dışındaki herkesi adeta ''yok ederek'', küller üzerinden yeni bir ''İslâm dünyası'' yaratma azmindedir. Lakin, iki tarafın da gösterdiği yol, yol değildir; zira Hazret-i Peygamberin ''Vasat bir ümmet'' olarak nitelediği Müslümanlar kendilerine ne ifratta ne de tefritte bir pozisyon seçebilir, İmam Gazzâlî'nin el-İktisâd fi'l İtikâd isimli eserinde tecessüm ettiği üzere, ''herkese lazım olan iman'' yolunda da belirli bir istikâmette ''iktisâdlı'' olmak gerekmektedir. Fakat bu istikâmeti tutturabilmek için, en başta suâl edilen ''Ehl-i Sünnet nedir?'' meselesine girmek, sonra dinde reformun ufak bir tarihçesine bakmak ve Vehhâbîlik gibi mezheplerin nasıl zuhur ettiğini tetkik etmek gerekmektedir.

Ehl-i Sünnet Nedir?

Tam terkibiyle ''Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'', ''Sünnet ve Cemaat Ehli'' manasına gelir. Allah'ın Resulünün sünnetine olduğu kadar, ''vasat ümmet''in ekseriyetine uyan mutedil bir iman perspektifinin kavramsallaştırılmasını ifade eder. Zira Hazret-i Peygamber, 
''Ümmetim, dalâlet üzerine ittifak etmez!'' (Tirmizî: Fîten, 7)
buyurmuştur. Bu sebeple Ehl-i Sünnet itikadı, her zaman İslâm'ın omurgasıdır ki, bugün ne olursa olsun, İslâm dünyasının kahir ekseriyeti, yine bu mezhebe mensuptur. Üstelik, bu düstur, ulemada da ''icma-i ümmet'' şeklinde tezahür ederek,
''Sizi mutedil bir ümmet kıldık ki, insanlar üzerine şahitlik edebilesiniz'' (Bakara: 143)
ayetinin mukaddes hükmünü aşikâr kılmıştır. Böylece, selef uleması bir hukukî/itikadî esasta ittifak ettiğinde, onun hakikat ve doğru olduğu, ortaya yeni bir esas atılamayacağı kabul edilmiştir. Hülâsa, Ehl-i Sünnet, işte bu ana damar İslâm yorumudur. Selef-i Salihîn adı verilen ilk üç dönem İslâm âlimlerinin açtığı kanaldan beslenen ve onlara uyanlardır. En eski İslâm mezhebidir.

Peki, bu mezhebin ''doğru'' olduğunu nasıl biliyoruz? Ehl-i Sünnet, niçin hakikî İslâm mezhebi olsun? Elbette ki, bu mezhebi geriye doğru takip ederek biliyoruz. Ehl-i Sünnet'in inkişafı tarihî olarak tetkik edildiğinde bu mezhebin doğruluğu çok net olarak ortaya çıkar: Allah, Kur'an'ı indirdi. Kitabının layığıyla açıklanması ve uygulanması için, bir de Peygamber gönderdi. Hazret-i Peygamber, yaptıkları, söyledikleri ve davranışlarıyla Kur'an'ı tefsir etti, yani açıkladı. Böylece O'nun ashabı, Kur'an'ın hükümlerini yalnızca sözlü olarak değil, ''tatbikî'' olarak da öğrenmiş oldular. Bir süre sonra, Hazret-i Peygamber her fânî gibi vefat etti. Fakat O'ndan dini hakikî bir sûretle öğrenmiş olan ashabı, yeni fetihlerle uzak diyarlara yayılan İslâm Devleti içerisindeki beldelere İslâm'ı anlatmak ve öğretmek için gitti. Burada çeşitli ilmî mektepler ve ekoller oluştu; gittikleri yörelerde ders verdiler ve ilim okuttular. Meselâ Medine'de Abdullah bin Ömer, Mısır'da Abdullah bin Amr bin Âs, Şam'da Muaz bin Cemel, ders halkalarının üstâdları idiler. Onlardan ilim tahsil edenler, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn, fıkıhta ve her türlü İslâmî ilimde mahir oldukları için, müstakil mezheb imamları oldular. Fakat bunların pek çoğunun tâbisi olmadığından mezheplerinin zamanla takipçisi kalmadı. Bazılarının ise talebesi daha çok, daha meşhur şahsiyetler olduklarından, mezhepleri tutuldu ve zamanla kaydedildi, talebeleri tarafından da devam ettirildi. Meselâ bazı sahabelere yetişen ve onlardan ders alan İmam-ı Azam Ebu Hanife (699-767), Tabiîn'den idi. Fakat çağdaşı Süfyan-ı Sevrî (715-778) ve İmam Evzâî gibi mutlak müctehid olan âlimler, Tebe-i Tabiîn arasında haklı bir ün yapmalarına rağmen, müstakil mezhebleri günümüze ulaşmadı. Fakat Ehl-i Sünnet'in sahih yolunu takip edenlerden dört mezheb günümüze ulaştı, bunlar Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîlik idi. Dolayısıyla, metodoloji doğru, bilgi kaynağı sıhhatli olduğundan; bu dört mezheb de haktır demekte bir mahzur yoktur. Eğer ötekiler de ulaşsaydı, bu mezheplerin sayısı daha da fazla olabilirdi. Daha sonra itikadî meselelerde Mu'tezile ağırlık kazanınca, Hicrî 3. asrın sonlarında İmam Matüridî ve İmam Eş'arî, Şafiî ve Hanefî hukuk usûllerini kullanarak, Ehl-i Sünnet'in itikadî esaslarını yeniden ortaya koymuşlar ve selefin üzerinde münakaşa etmediği meseleleri de fitne çıkmaması için te'vil etmişlerdir. Ehl-i Sünnet'in tarihi çok kısa olarak, böyledir.

Ehl-i Sünnet Emevî Dini Mi?

Rafızî veya modernist taife, Sünnî Müslümanların müdafaa ettiği hakikî İslâm mezhebine, Hazret-i Peygamber'in meşhur,
''Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi, ümmetim de fırkalara ayrılır. Bunlardan kurtulan fırka, yalnız benim ve ashabımın yolunda olanlardır'' (Tirmizî, İman 18).
hadisinde belirttiği ''kurtulacak yegâne fırka''ya yukarıdaki suâl ile hasımlık etmektedirler. Hâlbuki, böyle bir şey yoktur. Ehl-i Sünnet'in dört mezhep imamı da, gerek Emevîler, gerekse de Abbasîler devrinde büyük sıkıntılar ve cefalar çekmişler, iktidarla sürtüşmeyle dolu bir hayat geçirmişlerdir. Meselâ Ehl-i Sünnet'in kurucusu sayılan İmam-ı Azam Ebu Hanife, Emevî iktidarının Ehl-i Beyt'e zulüm ettiğinden meşrûiyetini yitirdiğini düşündüğünden, Ehl-i Beyt'in ayaklanmasına mali yardım gönderdi. Abbasîler başa geçtiğinde ise onların da aynı zulümleri devam ettirdiğini görünce, onların da kadılık yapma teklifini geri çevirdi, ''ben yapamam, ehil değilim'' dedi, bu sebeple işkence gördü ve şehid edildi. İmam Malik, ''Zorda kalanın ettiği yemin muteber değildir, geçersizdir'' diye bir fetva verdiğinde Abbasîlere karşı isyan eden bir grup bu fetvayı göstererek, ''sizin bizden aldığınız biat geçersizdir, zira silah zoru ile alınmıştır'' dedi ve kendi taleplerine meşruluk kazandırmak isteyince, Ebu Cafer el Mansur İmam Malik'e fetvasını geri almasını istedi. O ise reddetti. İşkence gördü, fakat geri adım atmadı. Bir süre sonra bu eziyetler nihayet buldu. Emevî iktidarında Necran'a kadı olarak atanan İmam Şafiî de, dalkavukluklara ve adaletsizliklere boyun eğmemişti. Necran'a zalim bir vali atanınca, İmam Şafiî, onun yaptığı bozuk işleri düzeltiyor, halka adalet dağıtıyor, halkı valiye karşı koruyordu. Bunun üzerine vali, Abbasîlere ''Bu kişi Alevidir, size isyan edecek'' diyerek halife Harun Reşid'e bir mektup yazdı. bunun üzerine, aynı zamanda bir şair olan İmam Şafiî, şu dizeleri yazdı:
''Rafızîlik, eğer sevmekse peygamber ailesini; insanlar ve cinler şahid olsun, Rafızîyim...''

Bunun üzerine işkence gördü ve zincire vurularak Halife Harun Reşid'in yanına götürüldü, idamla yargılandı. Harun Reşid, mutedil bir hükümdardı, İmam Şafiî'ye inanarak idam edilmesine mâni oldu. Ahmed bin Hanbel de Halife Me'mun'un Mu'tezilî mezhebini resmî mezheb yapmasını müteakiben, Ehl-i Sünnet itikadını terk etmeyip, Kur'an'a Mu'tezilîler gibi ''mahlûktur'' demediği için tam 28 ay işkence gördü. Büyük hadis âlimi İmam Nesâî, Hazret-i Muaviye hakkında muhataplarınca menfi anlaşılan bir hadisi okuyunca Emevîler tarafından şehid edildi. Böyle misaller, İslâm tarihinde sayılamayacak kadar çoktur; Emevî ve Abbasî devileri, Ehl-i Sünnet'in yaygınlaşmasına katkıda bulunmak şöyle dursun, mâni olmak için (birkaç muteber halife haricinde) ellerinden geleni yapmış zalim muktedirlerle doludur. Ama elbette ki, hakikat hatır ve gönül dinlemez, ne olursa olsun bir gün hâkim olur; Türklerin İslâm tarihi sahnesine çıkışıyla birlikte olan da budur.

Hazret-i Peygamberin Mezhebi Var Mıydı?

Sorulan bir başka suâl de budur. Fakat bu soruyu sormak, esasen ''Güneşin olduğu yerde lamba yakılır mı?'' nevinden bir şeydir. Zira mezheb, etimolojik olarak ''zan''dan gelir; doktrin, fikir, düşünüş manasında... Hazret-i Peygamber, doğrudan vahye muhataptı. Cebrail'den vahiy alıyordu. Neyin ''zan''nında bulunacak da, neyi doktrinleştirecek? Zira O, zaten güneşe sahipti; fakat O'ndan sonra gelenler, ancak O'ndan aldıkları dersleri dinleyerek, bir doktrin sistemleştirmek zorunda kaldılar. Çünkü, artık problemlerin çözümü için vahyi kullanacak Hazret-i Peygamber aralarında yoktu. Dolayısıyla, elbette ki Hazret-i Peygamberin bir mezhebi yoktu, fakat O'ndan sonra gelenlerin mezhebi olması kadar doğal ve makul bir şey de yoktur. Eşyanın tabiatı gereği bu böyle olmuştur. 

Dinde Reform Fikrinin Kısa Tarihçesi

Bir ateist olan ve Cemaleddin Afgânî ile şahsî dostluğu bulunan Wilfrid Scawen Blunt'un ''İslâm'ın Geleceği'' namını taşıyan eseri. Blunt, bu eserinde umumî olarak, İslâmiyet'in reforme edilerek gerçek dünyaya dayanan fıkıh kurallarından kurtularak 'modernleşmesi' tezini savunmaktadır.
17. yüzyıldan itibaren hızla sekülerleşen ve modernleşen Avrupa, birçok açıdan kendisiyle etkileşim halindeki yegâne İslâm imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu ile etkileşim halindeydi. En nihayetinde, büyük Fransız cihangir Napoleon, Fransız Devrimini yaymak için giriştiği fetih girişimlerinin bir adımı olarak, Mısır'a çıktı. Müslümanlar ilk kez bir ''ulus ordu''yu ve ''modern devleti'' tüm oyuncaklarıyla müşahede ettiler. Modern ateşli silahları, büyük bir ekonominin imkânıyla oluşturulmuş zırhlı savaş gemilerini ve yurttaşlardan müteşekkil bir orduyu gördüler. Napoleon, Mısır'da belki tutunamadı, fakat çeşitli beyannâmeler neşrederek İslâm (Osmanlı-Mısır) coğrafyasında sıcak savaşın yanında, bir de soğuk savaş (kültür, medeniyet savaşı) başlattı. Napolyon, Avrupa devletler sistemine hâkim olan mezhepsel ve dinî yaklaşımın Westphalia ile öldüğünü biliyordu. Uluslararası sisteme artık ulusal mücadele hâkim olacaktı. Fakat Napolyon aynı zamanda, Avrupa’da patlak verecek milletler arası savaşın nelere mâl olabileceğini de öngörmüştü (Ölümünden on yıllar sonra Cihan Harblerinde görüleceği gibi). Napolyon bunu kavramasına rağmen, Avrupa’nın ‘dine dayalı’ kimliğinin ‘ulus’la değiştirilmesi gerektiğini de biliyordu. Ancak bunun çatışma potansiyelini engelleyecek bir çözüme de ulaşması lazımdı. Bunu, dünyayı ‘Garp’ (Occident) ve ‘Şark’ (Orient) olarak iki kutupta ele alarak çözdü. Ona göre, Avrupa’nın kolektif kimliği ‘Garplılık’ idi, hepsi Avrupa medeniyetine dâhildi, dolayısıyla birbiriyle çarpışması manasızdı, neticede ortak ve ulus-üstü bir kimliğe sahiptiler. Üstelik Şark geri kalmıştı, Batı niçin kendisiyle kavga edip, Şarkın zenginliklerinden istifade etmekten geri düşsündü ki? Napolyon, bunu meşrulaştırabilmek için de, Batının bir tür kılavuzluk görevi edinerek, geri kalmış Şarka yol gösterebileceğini ortaya atmayı düşündü. Literatüre ‘mission civilisatrice’ (medenîleştirme misyonu) olarak geçecek bu kavramı icâd ederek, Batının Doğu toplumları üzerine tahakkümünün meşru kılıfını da inşa etti. Batı, Fransız İhtilâli değerlerini edinerek birleşmeli, bunun ardından da gayrı medenî Doğu üzerine yürüyüp onu sömürmeliydi; birleşik Avrupa medeniyetini ayakta tutacak yegâne metot buydu. Bu sayede, ''medeniyete karşı'' olmakla suçladığı Rusya ile savaşmadan evvel, bu ''medeniyet''i Şarka ihraç etmeyi, böylece onları sömürerek kuracağı ''Birleşik Avrupa İmparatorluğu''nu müreffeh bir şekilde yaşatmak istiyordu. Onun bu görüşü, ''modernleşme'' olarak İslâm dünyasına girdi. Cemaleddin Afgânî gibi, esasen Şiî tandanslı olup 'Mehdi oldukları' inancına sahip kişiler, sözde ''felsefe'' yoluyla İslâm dünyasını ayağa kaldırma, kader inancını silip atma, modern çağa uymayan fıkhî kuralları kaldırma hülyasına düştüler. Bugünkü kaynaklardan anlaşıldığı üzere, çeşitli Mason localarına giren fakat dinî bir inancı bulunmadığı gerekçesiyle buralardan atılan Afgânî, Wilfrid Scawen Blunt ile tanışarak İngiltere'ye gitti. Bir ara Paris'te yaşadı. Afgânî, tesiri altına aldığı şahsiyetler ve yetiştirdiği talebeler ile aslında Britanya'nın Osmanlı (Türk) liderliğindeki fıkha dayalı Ehl-i Sünnet İslâm'ını tasfiye ederek, reform yoluyla Arap liderliğindeki medeniyete dayalı Reformist İslâm oluşturma projesinin bir ürünüydü. Bu sayede Osmanlı toprakları, medeniyeti onlara getirecek olan Britanya ve Fransa'ya gönüllü olarak açılacaktı ve hilafet, bu topraklarda tesirini tamamen yitirecekti. Fakat Afgânî, Mısır'dan ve Afganistan'dan başka mekânlarda bir tesir uyandıramadı, zira Ehl-i Sünnet ulema ve onların koruyucusu Osmanlılar (Sultan Hâmid) meseleye uyanmıştı. Bu sebeple, İngilizler farklı bir taktik benimsediler. İslâmiyet'i içeriden ''reforme etmek'' meselesinin uzun yıllar alacak bir iş olduğunu anladılar. Zira siyasî bir güç (Osmanlılar), kuvvetli bir zümre (Ehl-i Sünnet ulema) ve ananevî bir kurum (hilafet) İslâmiyet'in reformuna mâni oluyordu. Emellerine nâil olabilmek için, önce bu kudreti yerle bir etmeleri gerektiğinin farkına vardılar. İlk olarak, Osmanlı hilafetini güçten düşürmeleri ve lağvetmeleri gerekiyor; sonra da Ehl-i Sünnet ulemanın gücünü kırmaları icâb ediyordu. Bunu yapabilmek için Necd civarında ortaya çıkan ve esasen yayılamamış, marjinal bir mezheb olan Vehhâbîliği semirttiler. Siyaseten desteklediler, zira onlara göre siyasî olarak Ehl-i Sünnet gücünü kaybettiğinde, İslâm'ın reformu çok daha kolay olacaktı. Zira Müslümanların tarihindeki parlak başarıları, iptidâî bir halk olan Türklerin değil, Endülüs'te muhteşem bir medeniyet kurmuş olan Arapların eseriydi. Eğer Vehhâbî Araplar siyaseten zafer kazanırsa, geçmişte böyle bir mirası olan Araplar, İslâm'ı Afgânî gibilerinin görüşleri doğrultusunda yeniden dizayn edebilirdi. Bu maksadla, Arap dünyasında ''Halifeler Kureyş'tendir'' gibi hadisler sebebiyle Türklerin hilafetinin sahih olamayacağını anlatan broşürlerin basılma masraflarını, hep Britanya hükûmeti ödedi. Bir noktadan sonra, emellerine muvaffak oldular, Osmanlı hilafeti ve şer'î düzen, tarihe karıştı, Ehl-i Sünnet ulema güçten düştü. Fakat mesele, İngilizlerin umduğu gibi çıkmadı. İslâm'ı reforme edeceklerine inandıkları Vehhâbîler, bilakis, modern dünyayı reddettiler. Bugün bunlar, tüm dünyadaki şer'î olmayan devletleri ''tağut'' kabul ederek, terörist saldırılar düzenlemektedir. 

Blunt gibilerini ''Islam reformed is Islam no longer'' (Reforme edilmiş İslâm, artık İslâm değildir) diyerek uyarmaya çalışan, İslâmiyet'in Hıristiyanlık gibi salt uhrevî bir din olmadığını, hukukî müesseselerinin olduğunu ifade eden, Müslümanları yakînen tanıyan Mısır'daki İngiliz sömürge valisi: Lord Cromer.

Fakat elbette ki İslâmiyet'in fıkha dayalı, durağan bir görüntü arz etmesi, bugün halen Avrupalıların işine gelmemektedir. Onlar, İslâm'ın itikadî ve amelî hususlarını değiştirmek konusunda hala isteklidir. Bu da ülkemizde son dönemlerde neşet eden ''modernist'' taife ile devam etmektedir. İngiltere, hilafetin gücünü kırarak siyasî bir güç kazanma maksadıyla giriştiği ''İslâm'ı reform'' projesinde, 19. yüzyılda kısmen başarılı olmuştu: siyaseten gayesine ulaşmış, hilafeti yok etmiş; fakat din aynı kalmış, dini reforma uğratacağı düşünülen Araplar ise siyaseten desteklenen Vehhâbîlik nedeniyle radikalleşmişti. Fakat bugün, Ehl-i Sünnet ulema eski gücünü kaybetmiştir. Toplumdan destek değil, tepki görmektedir. Artık herkes, modern ve Batılı yaşamak istemektedir. Dolayısıyla, 150 sene evvel Darülfünûn'da ''Peygamberlik bir sanattır'' dediğinde tepki görerek hemen tüm itibarını kaybeden Afgânî gibilerin günümüzdeki ardılları, ''Bu hadis yalan'', ''Recm dinimizde yok'' dediğinde, geçmiş yüzyılın aksine destek almakta, kitapları yok satmakta, konferanstan konferansa koşmaktadır. Haliyle, Scawen Blunt'un ta o dönemlerde iddia ettiği ''nihâî son''la karşılaşmamak için, Ehl-i Sünnet'i iyi öğrenmeli ve asla onun esaslarından ayrılmamalıyız. Scawen Blunt, mezkûr kitabında, yukarıdaki kanaatlerimizi oldukça destekleyen ifadeler kullanıyor;
- It will be a strange revenge of history if the Ottoman Turks, whom Europe has for so many centuries held to be the symbolic figure of Mohammedanism, shall one day cease to be Mohammedan. Yet it is a revenge our children or our grandchildren may well live to see. 
Avrupa'nın bunca asırdır Müslümanlığın sembolik figürü olarak gördüğü Osmanlı Türklerinin bir gün bu dinden çıkacak olmaları, tarihin enteresan bir intikamı olacaktır. Yine de bu ancak çocuklarımızın veya torunlarımızın yaşayarak görebileceği bir intikamdır. 
- They know that as long as there is an Ottoman Caliph, whether his name be Abd el Aziz or Abd el Hamid, moral progress is impossible, that the ijtahad cannot be re-opened, and that no such reformation of doctrine and practice can be attempted as would alone enable their faith to cope with modern infidelity. (...) Constantinople is after all his weak point, for the Young Turkish school is far from dead, the vicissitudes of life and death follow each other closely on the Bosphorus, and the liberal party can better afford than the reactionary to wait. The death or fall of Abd el Hamid, whenever it may happen, would immediately decide a movement counter to the Ottoman Caliphate.
Onlar biliyorlardı ki, adı ister Abdülhâmid, isterse de Abdülaziz olsun, ortada bir Osmanlı Halifesi bulundukça, ahlâkî terakki imkânsızdır, ictihad kapısı asla açılmayacaktır, modern küfür ile mücadele edecek bir inanç sisteminin oluşturulmasına yönelik bir reforma pratik veya doktrinal olarak teşebbüs edilemeyecektir. (...) Boğaz'da hayatın ve ölümün gelip geçtiği günlerde Genç Türkler ölümden uzakta ve beklemekte liberaller, gericilerden çok daha iyi iş çıkarabilirler. Sultan Hâmid'in düşüşü veya ölümü, hangisi olursa olsun, Osmanlı Hilafetine karşı bir hareket vuku bulabilir.
He had no habit of thought, and, having embraced Islam, he saw no necessity for further argument concerning it. (...) He dared not venture his barbarian dignity in the war of wit which occupied the schools; and so fortified his unintelligence behind a rampart of dogmatic faith. Impotent to develop law himself, he clutched blindly at that which he found written to his hand. The code of Abu Hanifeh seemed to him a perfect thing, and he made it the resting place of his legal reason
(Türk)ün bir düşünce alışkanlığı yoktu, İslâmiyet'e geçtikten sonra onu ileri bir argümanla (reform, demek istiyor) sorgulamak gibi bir ihtiyaç hissetmedi. Barbar asaletlerini okullardaki münazaralarda kaybetmeye cür'et edemediler, bu yüzden dogmatik inançlarının yüksek surlarının arkasına saklandılar. Kendileri kanun yapamadıkları için, Ebu Hanife'nin fıkhı onlara mükemmel gibi gözüktü, bu sebeple de bu mezhebi kabul ettiler.
Wahhabism, as a political regeneration of the world, has failed, but the spirit of reform has remained. (...) Just as the Lutheran reformation in Europe, though it failed to convert the Christian Church, caused its real reform, so Wahhabism has produced a real desire for reform if not yet reform itself in Mussulmans. Islam is no longer asleep, and were another and a wiser Abd el Wahhab to appear, not as a heretic, but in the body of the Orthodox sect, he might play the part of Loyola or Borromeo with success.
Vehhâbîlik, bir politik rejenerasyon akımı olarak başarısız oldu, fakat reform ruhu halen payidar. Aynı Avrupa'daki Luteryan reform gibi, o da Hıristiyan Kilisesini reforme etmekte muvaffak olamamıştı, fakat gerçek bir reforma sebep oldu, yani Vehhâbîlik de bir reform için gerçek bir arzu uyandırdı. İslâm artık uykuda değil ve ortaya çıkacak yeni bir Abdülvehhâb, fakat bir heretik (sapkın, bid'at ehli) olarak değil, Ortodoks gövdenin (Ehl-i Sünnet, demek istiyor) içinden çıkacak biri olarak Loyola veya Borromeo'nu rolünü oynayabilir. (Charles Borremeo (1538-1534): Reformist Katolik Kardinali. Aziz Ignacio de Loyola: Cizvit bir tarikat olan ''Society of Jesus'' (İsâ Cemiyeti)'un kurucusu.)
- The main point is, that England should fulfil the trust she has accepted of developing, not destroying, the existing elements of good in Asia. She cannot destroy Islam, nor dissolve her own connection with her. Therefore, in God's name, let her take Islam by the hand and encourage her boldly in the path of virtue. This is the only worthy course, and the only wise one, wiser and worthier, I venture to assert, than a whole century of crusade 
Esas nokta şu ki, İngiltere Asya'daki iyi vakıâları yok etmeyi değil, geliştirmeyi kabul ettiğine dair olan bir güveni tesis etmelidir. Britanya, İslâm'ı yok edemez veya onunla olan bağını (Müslüman halkını) koparamaz. Bu sebeple, Tanrı aşkına, bırakın İslâm'ı ele alsın ve fazilet (reform) yolunda onu cesaretlendirsin. Zira tek yol bu, hatta, tüm bir Haçlı seferleri yüzyılından daha makul ve akıllıca bir yol.
Müslümanlar olarak, ''yeni Abdülvehhâblara'' karşı uyanık olacağız veya Blunt'un dediği gibi, dinimizi kaybedeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder