2 Mart 2017 Perşembe

Halkını Kurtaran Bir Baba: Recep Tayyip Erdoğan ve İlmî Bir Kritik

Liberator of Al-Bab, Mr. President, Recep Tayyip Erdogan. İlk kez ''Devlet'', ''Hükûmet''e selam dururken.
''Polislerin halk üzerine ateş açması, bir faciaya yol açtı. 14 yaşında bir mektepli çocuk öldürüldü, bu hal galeyânı büsbütün arttırdı. Binlerce kişilik halk dalgaları önünde ve kucağında ölen çocuğunu taşıyan ihtiyar bir baba, oğlunun cesedini Fethi Bey'in ayaklarına bıraktı ve ''İşte size bir kurban! Başkalarını da veririz!'' diye haykırdı ve inledi: 'kurtar, kurtar bizi!' Bu hazin bir manzaraydı. Ama kim, kimden kurtarılacaktı?...'' (Şevket Süreyya Aydemir, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın İzmir Mitingini anlatıyor)
''Adana'dan Tarsus'a, Mersin'e gittik. Ben hep Bayar'ın otomobilindeydim. Halk heyecan içinde muhalefet liderini bekliyordu. Her yerde sokaklar doluydu. Millet Bayar'ı görünce: ''Yaşa babamız! Kurtar bizi babamız!'' diye bağırıyordu.'' (Metin Toker
Bugünlerde Türkiye, Nisan'da yapılacak büyük referandumu konuşuyor. Bu referandumun neticesine göre, ya Cumhurbaşkanı Erdoğan tek başına icrâ salâhiyetini üstlenerek, yeniden iktidarı Osmanlılarda olduğu gibi ''Bab-ı Âli''den (bürokrasi) ''Saray''a (halkın babası: padişah veya cumhurbaşkanı) taşıyacak ve Tanzimat'tan beri süregelen, aşağıda tafsilatıyla tetkik edeceğimiz o politik kavga bir nihayete erecek, ya da bu düzenin bekçileri rejimlerini müdafaa etmeyi başaracak ve bu ''halk için, halka karşı'' kurulmuş olan bu sistem, kendisini idâme ettirecek. 

Lakin bu yazının konusu, referandum veya Erdoğan'ın siyasî kariyeri değil. Bilakis, Türkiye'nin 1839'dan itibaren içerisinde bulunduğu ''Sate-building'' (rejim inşası) süreciyle ve bu süreçle birlikte oluşturulan Türk siyaset sistemi ile alâkalı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Tanzimat fermanı, ardından Sultan Aziz, Hâmid rejimleri, Meşrutiyet ve en sonunda Cumhuriyet dönemleri adamakıllı incelendiği vakit, müşahede edilecek yegâne realite, Türkiye'deki siyasî sistemin halkı dışlamak üzerine evrildiğidir. Bunu kırabilme ümidi taşınan tek insan olan Turgut Özal'ın şaibeli ölümü, Necmeddin Erbakan'ın 28 Şubat süreci ile tasfiyesi, Türk halkına kendisini devlete karşı savunmak için tek çare olarak Erdoğan'ı bırakmıştır. Türk Devleti, Türk halkını yenmek üzerine inşa edilmiş bir devlettir; Erdoğan da bütün muvaffakiyetlerini ''Devletle kavga etmesi''ne ve bu sayede halk tarafından teveccüh görmesine borçludur. Belki bu argümanlar, okuyucuya biraz iddialı gözükebilir. Fakat altı dolu olan her argüman, incelenmeye değer.

Osmanlı İmparatorluğu'ndan Kalan Politik Miras (1839-1923)

a) 19. Asrın Başından Tanzimat'a Kadar Osmanlılardaki Bürokratik Vaziyet

Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın başlangıcında, eski kudretinden pekâlâ uzaktı ve ''Modern Devlet'' (Modern State) dediğimiz, 16-17. yüzyıldan itibaren tam manasıyla Avrupa'da görülmeye başlanan yapıyla da alâkasızdı. Bu ''Modern Devlet'' namındaki aygıtı biraz daha açmak gerekirse; Avrupa'da feodal sistem çözüldükten sonra kralların, kendi güçlerini feodal sistemin güç odaklarını oluşturan Kilise ve Aristokrasi (derebeyleri) karşı arttırabilmek için üçüncü bir sınıf (burjuva) vücuda getirerek ekonomik strüktürü feodalizmden, merkantilizme çevirmesiyle husûle gelen sosyoekonomik üniteden bahsediyoruz. Feodalizmin devleti; çok hukuklu, gevşek örgütlü, küçük ve monarkın şahsına bağlı, kısmen özerk bölgelerden teşekkül eden bir devlet iken; merkantilizmin devleti merkezî, mutlakiyetçi (zira krallar, güçlerini tahdid eden Kilise ve Aristokrasi zincirinden ekonomik olarak güçlü bir sınıf yaratarak kurtulmuştur artık) ve profesyonel bürokratik bir devlettir. Hülâseten, monarkın şahsından bağımsız, devlet adına profesyonelce çalışan, can ve mal güvenliği olan bir bürokrasi, nüfuz kapasitesi yüksek bir devlet, merkezî, tek hukuk sistemli bir yapıya sahip devletler, o dönemin modern devletleriydiler. Osmanlılarda ise bürokrasi, padişahın kölesiydi, yani can ve mal güvenliği yoktu, işler kötü gittiğinde kendilerini bir celladın ellerinde bulabilirlerdi; devlet, profesyonel bir bürorkasiden mahrumdu. Ülke merkezî değildi, Ayân denilen bir sınıf, modern dönemde feodal bir yapı kurmaya çalışıyordu. Hukuk sistemi, tek değil, çoktu; zımmîlere, Müslümanlara, farklı kiliselere bağlı halklara farklı muameleler yapılıyordu, hukuk önünde eşitlik gelişmemişti. Yani, Osmanlılar ''Modern bir Devlet'' değildi, II. Mahmud başa geçene dek. Sultan Mahmud-ı Sânî, ilk iş olarak devleti merkezî kıldı. Sultan, devşirme sistemini lağvettiğinden, bürokratik kurumlara hür asıllı eşhas getirildi, kabine sistemine geçildi; üstelik II. Mahmud, 1838'de memurların mallarının keyfî olarak, mahkeme kararı olmaksızın müsadere edilmesi usûlünü nihayete erdirdi. Ve en önemlisi, Tercüme Odası adıyla bilinen, meşhur Tanzimatçıları ve devlet adamlarını yetiştirecek kalemi kurdu (1821).
Klasik Dönemde Osmanlı Hariciye Vekili mevkiinde olan Reis'ül Küttâb'ın hususî kâtibi olarak hariciyeye giren, yabancı elçilerle görüşecek diplomatlara dil öğretilen Amedî Odası başkanı olan ve Fransızca tahsil eden, İngiltere'nin baskısıyla Sadrazam olan, Tanzimat reformlarının mimarı, ilk modern Türk bürokratı: Mustafa Reşid Paşa (1800-1858). En büyük mahareti, aldığı her kararı tasdik için İngiliz Konsolosluğuna koşmasıdır; Osmanlıları yarı sömürge haline getiren Baltalimanı Antlaşması (1838), Reşid Paşa'nın ''efendileri'' İngilizlere bir teşekkürü hüviyetinde ele alınabilir.

Ardından II. Mahmud vefat etti ve yerine Sultan Abdülmecid geçti. Genç padişah, Avrupa'ya hayrandı. Avrupa'daki sarayları, üniformalı askerleri, kasırları, yolları, süslü hanımları kıskançlıkla seyrediyordu. Kendi ülkesinin terakkisi için, Avrupa usûllerini taklid etmenin icâb ettiğine Reşid Paşa gibi bürokratların telkiniyle inandı. Artık sultan, yeni dönemde kabine sistemiyle çalışan Osmanlı hükûmetine müdahale etmeden, kaygısız bir hayat sürmek derdindeydi; böylece düvel-i muazzama'daki liberal güçlerin, Fransa ve İngiltere'nin itimadını kazanmak, onların dostluğuyla ülkesini müreffeh kılmak arzusundaydı. Çağına göre pek naif ve saf bir hükümdar sayılabilecek olan Sultan Mecid, bu gayeye matuf olarak İngiliz dostluğu için Reşid Paşa'yı Sadrazam yaptı. 1839'da Osmanlı padişahlarının başhâkim sıfatıyla muhakeme yürütme ve ceza verme (ta'zîr) salâhiyetini elinden alan, Osmanlı padişahlarının bürokrasiye müdahale etmeyeceğini, mahkemesiz kimseye ceza verilmeyeceğini, memurlar dahil olmak üzere herkesin canının ve malının emniyette olacağını bildiren meşhur Gülhâne Hatt-ı Humâyûn'unu hazırladı ve ilan etti. 

b) Bürokrasi İktidarda (1839-1876)

Padişahların yürüttüğü tüm bu reformlar, bir noktadan sonra hayal edilenden bambaşka bir şeye sebebiyet verdi: bir iktidar değişimine. Osmanlılar, tarihleri boyunca hanedanları dışında hiçbir imtiyazlı zümre bırakmamışlardır. Zerre tahammülleri yoktur, aynı tüm iktidar sahipleri gibi. Bunu da devşirme sistemi ile başarmışlardır. Fakat artık feodalizmin çözüldüğü Avrupa'da modern ve profesyonel bürokrasinin ortaya çıkışı ve üretilen yeni bir ''yönetim mantığı'', eski sistemle Osmanlıların Avrupa karşısında hiçbir şansı olmayacağını gösterdiğinden, ''devletin bekası için'' her türlü reforma gerek ulema, gerekse de saray, müsaade etmişti. Zira ulemaya göre din, devlet olmazsa ayakta kalamaz; saraya göre de devlet olmazsa, hanedan ne işe yarardı. Dolayısıyla, modern ve merkezî bir devlet yaratılması, bürokrasiyle mümkündü ve bunun için de gereken her türlü tedbir alındı. Lakin, bu sayede, artık bürokrasinin de kendisine olan bakışı değişti.

Eskiden, yani Klasik Devirde bürokrasi, ''padişaha adanmış kul'' zihniyetiyle yetiştirilir ve ''kalemiye'' ismini taşırdı. Fakat Tercüme Odasının kurulmasıyla, bilhassa sonradan bürokrat yetiştirme maksadıyla kurulan ''Mekteb-i Mülkiye''de tecessüm edeceği üzere, bürokrasi ''kalemiye''den ''mülkiye''ye geçiş yaptı. Bu işin esprisi şuydu: Mülk, Arapça ''Devlet'' manasına tekabül eder; mülkiye ise padişaha değil, mülk'e, devlete adanmış bir vazifeyi ifade eder. Dolayısıyla artık bürokrasi, devletin âli menfaatlerinin, gerektiğinde padişahı çiğnemek pahasına dahi olsa gerçekleştirilmesi gereken bir şey olduğunu kendi açısından fark etti. Padişahlar, ''devlet elden gidiyor'' diyerek her türlü reforma olur demişti ama bu sefer de devlet, onlarından ellerinden hakikaten gitmek üzereydi; Reşid Paşa ve yetiştirmeleri olan Âli, Fuâd ve Midhat Paşa'lar, tüm bürokrasiyi idare ediyor, padişah neredeyse hiçbir şeye karışamıyor, tüm iktidar saraydan Bab-ı Âli'ye taşınmış bulunuyordu. Yeni Osmanlılar namıyla doğan ve Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi şahsiyetlerin yürüttüğü nitelikli ve entelektüel bir muhalefet, aslında padişahlara yönelik değil, Tanzimat ''diktatorya''sına karşıydı. Meselâ Namık Kemal pek çok yazısında, artık yeni yeni oluşan ''Modern Devlet ve Modern Bürokrasi''nin vücud verdiği R'asion d'Etat (Hikmet-i Hükûmet) mefhumuna ve devleti ''uğruna kişilik haklarını ihlâl etmeye dahi varacak uygulamalara girişmeyi meşru gören tüzel kişilik kavramına'' şiddetle hücum etmiştir. Bu, işte yeni yeni filizlenen ''devletin bekçisi'' mülkiye bürokrasisine karşı bir karşı çıkışın tezahürüydü.

Resmî ideolojinin ''Hürriyet Kahramanı'' Midhat Paşa'nın adını lekeletmemek için ''intihar etti'' yalanını uydurduğu, bunun aksini delilleriyle ispat eden merhum Yılmaz Öztuna'nın Türk Tarih Kurumu azâlığını elinden aldığı, üstüne üstlük nâmı büyük bir profesöre bunun aksi yönde neşriyat yapması için baskı yaptığı (İsmail Hakkı Uzunçarşılı) Sultan Abdülaziz; 70 kişiden müteşekkil, Serasker Hüseyin Avni Paşa liderliğinde ve aralarında ''Hürriyet Kahramanı'' Midhat Paşa, Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi'nin de bulunduğu bir cunta tarafından katledilmeden hemen evvel, iki muhafızının alaycı pozları ile ''hatıra fotoğrafı'' çektiriyor.
Reşid Paşa'nın yetiştirmesi olan ve ondan yegâne farkları İngiltere değil, Fransa hayranı olmaları olan Âli ve Fuad Paşa'ların ilan ettiği Islahat Fermanı ile ilk kez Müslüman kamuoyu bürokrasiye sert bir tepki gösterdi, Arap uleması ''bu fermanı çıkaranlar kâfirdir'' diye fetva dahi yayınlarken, bürokrasi ''devleti kurtarmak için'' bahanesinin arkasına saklanmıştı. Padişahın etkisizleştiği bir dönemde halkın sığınacak bir limanı kalmadığından kendisini ancak Âli Paşa'nın cenazesindeki ''Nasıl bilirdiniz?'' sorusuna cevap vermeyerek devlet ricaline hatırlatabiliyordu.

Fakat tam bu dönemde, Sultan Abdülmecid ahirete intikal etti ve onun irtihalinin ardından, devletin başına Sultan Abdülâziz geçti. Abdülâziz, Sultan Mecid gibi naif bir mizaca sahip değildi. Avrupa'ya o da hayrandı; ama askerî ve ekonomik gücüne. Yani, aslında dış kabuğuna... Avrupa'yı anlamak için geziye çıktığında, hiçbir anayasal kurumdan veya demokratik tecrübeden etkilenmemiş olarak yurda döndü. Ama gördüğü müreffeh yaşam ve mamur şehirler, onu çok etkiledi. Kendi ülkesini ayağa kaldırmak için çok çalışacağının sözünü millete verdikten sonra, yaptığı ilk iş, iktidarı dedelerinin yaptığı gibi sarayda toplamaya çalışmak oldu. Bürokrasiyle, Bab-ı Âli ile ters düştü. O zamana kadar Tanzimat'tan itibaren Sultan Mecid, bürokrasinin bir dediğini iki etmemişti. Yeniçerilik kaldırıldığında beri darbe geleneğini ''Yeniçerilik!'' diye küçümseyen Asakir-i Muhammediye ordusunun genelkurmay başkanı olarak Hüseyin Avni Paşa tayin edilince, Âli ve Fuad Paşa ölünce bürokratların lideri olan Midhat Paşa, şeyhülislâm ve ordu işbirliği yaparak, Sultan Abdülaziz'i katlettiler. Sonra da ''intihar etti'' yalanını uydurdular. Halkın muhafazakâr ve dine hürmetkâr bulup sevdiği padişahın ölümünün ardından mason V. Murad'ın aklî problemleri sebebiyle, Meşrutî düzen üzerine antlaşma yapılarak tahta II. Abdülhamid çıkarıldı. Ama bu, aynı geçmiş Osmanlı padişahlarının yaptığı gibi, bürokrasinin elinden iktidarı kaybetmesine yol açacak türden bir hataydı.

c) Bürokrasi İktidarının Sonu ve Yeni Bir Baba: Abdülhâmid Han

Abdülhâmid, Meclis-i Mebusân'ı açtı ve Meşrutiyet'i ilan etti. Artık Osmanlılar, parlamenter bir monarşiydi, aynı Britanya gibi. Kanun-i Esâsî'nin mimarı Midhat Paşa mutluydu. Çünkü bu anayasa sayesinde ülkedeki bürokratik oligarşi hüküm sürmeye devam edebilecekti. Zira bu anayasada mevcut bir hüküm, onun ve liderliğindeki hükûmetin istediği kişiyi yargılamadan sürgüne gönderme yetkisini elde etmesini sağlıyordu. Meşhur 113. Madde, padişahın ve komisyonun çeşitli üyelerinin tüm muhalefetine rağmen kabul edilmişti. Midhat Paşa, Sultan Abdülhâmid'i de Sultan Mecid gibi zannediyordu. Hazırladığı ve makul bir anayasa olmayan Kanun-i Esâsî'deki yetkileri oldukça fazla olan ve sultanın kendisine biçilen rolü oynayacağı, oynamazsa amcasının akıbetini unutamayacağını düşünüyordu. Fakat beklediği olmadı. Sultan, kendisinin ve meclisin savaş çığırtkanlığı neticesinde patlak veren ülke açısından felaketle biten 93 Harbi'nden sonra Meclisi teamüllere ve kanunlara uygun olarak tatil etti, fakat yeniden toplanması gereken zamanda toplanılması için lazım gelen ''çağırma'' işlemini gerçekleştirmedi. Böylece kendi kendine toplanma yetkisini hâiz olmayan meclis, anayasa hiçbir zaman lağvedilmemiş olsa dahi, 1908'e kadar toplanamadı.

Abdülaziz'in katili, ''Âl-i Osmanın devri bitti, biraz da Âl-i Midhat saltanat sürsün!'' diyen, akıl hocası Kirkor Odyan Efendi'yi ''Padişahlar anayasayı kaldıramasın, düvel-i muazzama garantisinde olsun!'' gibi iğrenç bir teklifle İngiltere'nin kapısını çalmaya gönderen, ''bu memleket ancak Hıristiyan olduğunda kurtulur'' lakırdısını içki sofrasında ağzından kaçıran ve valiliğinde kurduğu livalara İslâm'ı temsil eden Hilâlin yanına bir de Hıristiyanların Haçını ekleten, mason Sadrazam ve bürokrat Midhat Paşa. Sürgün yeri olan Taif'te nasıl olduğu meçhul bir şekilde ölmüştür.
Sultan Hâmid, böylece mutlakiyete dönerken, ''aydınlanmış despot'' yönetimlerinin 18. yüzyılda kaldığı kanaatinde olan bürokrasi sınıfı ''istibdâd!'' yaygarası koparttı. Midhat Paşa, muhaliflerini göndertmek için anayasa koyduğu hüküm uyarınca sürgüne gitti. Abdülaziz'in kanını dava eden padişah, delilleri ortaya çıkartınca Midhat Paşa ve darbecileri Yıldız'da muhakeme ettirdi. Büyük İslâm âlimi ve devlet adamı Ahmed Cevded Paşa, Plevne müdafiî ve kahramanı Gazi Osman Paşa gibi muteber şahsiyetlerin bulunduğu Yıldız Mahkemesinde idam cezası aldı. Fakat merhametli padişah, cezasını daimî sürgüne çevirtti. Fakat Midhat Paşa ve avânesi, her daim birilerinin gözünde kahraman olarak kaldı. Bugün de kimilerince böyledir.

Abdülhâmid devri, halk için bir istibdâd ve zulüm devri değildi. Hürriyetperver Tanzimatçılar; Âli ve Fuad Paşa'ların baskısıyla yurtdışına kaçan Yeni Osmanlılar'ın kimileri için dahi değildi. Bilakis halk, uzun bir zamanın arından kendilerini temsilen bir kişinin devletin başına oturduğunu ve kendilerini kurtaracağını düşünüyorlardı; Ehl-i Sünnet'i temsil eden bir duruş sahibi olan Sultan, muhafazakâr kişiliğiyle ve dine hürmetiyle halk tarafından çok seviliyordu. Âli Paşa cenazesinde halktan bir ''İyi bilirdik!'' nidâsı dahi alamazken, Sultan Hâmid'in cenazesinde kadınlar pencerelerden sarkarak ağlıyor, ünlü muhalifi Süleyman Nazif dahi adeta nedâmet getirerek ''İnşallah onun ruhu da milleti affeder!'' diye biten meşhur yazısını yazıyordu. Fakat bürokrasi ve asker kliği, artık ülkede kafasına göre ''devleti kurtaramadığı'' için mutsuzdu. Halk, yeni babasını bulmuşken; artık iyice yorulan ve kardeş kanı akıtılmasını istemeyen Abdülhâmid komitacı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin isyanına teslim olarak meclisi 1908'de yeniden topluyor, ardından da BIS (British Intelligence Service) ve İTC'nin İngilizci kanadı tarafından kışkırtılan ''irticâî'' bir isyanla tahttan indiriliyor, Müslümanların Halifesine bu kararı biri hariç tamamı Yahudi, Ermeni, Hıristiyan Arnavud gibi gayr-ı müslim bir heyet tebliğ ediyordu (Bu meseleler, sonradan müstakil bir yazı halinde tetkik edileceğinden, tafsilata girmeye lüzum görmüyorum). 

İTC'nin müsebbibi olduğu Balkan Harbleri ve ardından I. Cihan Harbi ve en nihayetinde Kurtuluş Savaşıyla hanedan yurtdışına atıldı ve millet ''babasız'' kaldı. Bundan sonrası, kahir ekseriyeti Sünnî Müslüman-Türk olan bu gariban millet üzerinde ''bir daha asla hâkimiyeti kaybetmemek'' için üretilmiş bir rejim inşasına sahne oldu: Tek Parti Dönemi. 

Midhat Paşanın Torunları Yine İktidarda: Millet, Hürriyetle Tanışırken
''Kafileyi durdurdum. Subayları bir tarafa topladım. Bana bakın dedim, içerisinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz. Subay olarak da yerinizi tayin edesiniz: Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bana bakın dedim, kimse işitmesin: millet düşmanınızdır!'' (İsmet İnönü)
''Ulan öküz Anadolulu; sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa, onu biz yaparız; komünizm gerekirse, onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek. Alın bu iti götürün!'' (Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'dan Osman Yüksel Serdengeçti'ye)
Tek Parti Döneminin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan. Tandoğan, tam 18 yıl Ankara Valiliği vazifesini icrâ etmiştir. Fakat onun için Ankara, Çankaya ile Ulus arasında yer alan Atatürk Bulvarından ibarettir, denilebilir. Bu cadde, siyasîlerin ve bürokrat elitlerin kullandığı bir mevki olduğundan her gün intizam içerisinde süpürülür, aydınlatılır ve kimi zaman, balolar münasebetiyle süslenir. Tandoğan, bu cadde dışında Ankara'nın hiçbir köy ve kasabasını ziyaret etmemiştir. Ankara'ya onun döneminde köylü veya kasabalılar, mevcud kıyafetleriyle giremezlerdi. Bu uygulamadan ünlü halk ozanı Aşık Veysel dahi müstesnâ olmamıştır. Fotoğrafta II. Dünya Savaşındaki Alman üstünlüğünün Nazi özentisi Cumhuriyet Halk Fırkası elitlerinde yarattığı etkiyi ve heyecanı görebilmek mümkün; Tandoğan, o zamanın Ankara modası Hitler bıyığı ile arz-ı endam ediyor.

Şu olay Tek Parti devrindeki elitlerin ve dolayısıyla Tandoğan'ın gücünü çok güzel anlatır: Emin Taş isminde bir müteahhit belediye ile anlaşmazlığa düşünce Danıştay'a gider ve haklı bulunur. İlgili emir kağıdıyla hem vali, hem de belediye başkanı olan Tandoğan'ın ofisine girer, ''Kazandım!'' der. Tandoğan kağıdı yırtıp atar ve ''Ne Danıştay'ı? Burada benim sözüm geçer!'' der ve yargı kararını akim bırakır.
Cumhuriyet kurulduğunda, başa eski ''hürriyetperver'' bürokrasi ve İttihat ve Terakki'nin eski subaylarından kurulu bir asker takımı geçti. Bunların gözünde, eski bürokrasi idealleri sürüyordu. Halk, cahildi; cahil olmasına sebep de dindi. Padişahların hayalini süsleyen ''Avrupa gibi olmak'' ümidini, şeklen gerçekleştirmek azminde olan bu klik, kendisini aynı Osmanlı Devleti'nin ''mülkiye'' olmuş, ''Devletin bekçisi, sahibi, koruyucusu'' mahiyetinde olduğu inancındaki bürokrasisi gibi devletle ve onun geleceğiyle özdeşleştirmişti. Cumhuriyetin başında sözde ''Halk'' Fırkası olan bir parti vardı ve bunlar ''solidarist-korporatizm''e iman etmişlerdi, lakin ''Halka rağmen, halk için'' fikriyatını benimsemiş, ''bayağı ve alelâde halkın anlayamayacağı bir seviyede halkçı olan'' Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Cumhuriyet Halk Fırkası elitleri (Mebusları, valileri, bürokratları; bunların hepsi zaten aynıydı. Tek Parti dönemi, devlet eşittir parti demek olan bir devirdi), muhafazakâr halktan pek hazzetmiyorlardı. Zira halkın onlara, yaptıkları inkılâblara ve en nihayetinde, kendilerini semirtip durmalarına, ''Yiyin efendiler, yiyin!''cilik yapmalarına duyduğu nefretin farkındaydılar. Bu sebeple memlekette seçim yapılıyor olmaması, onlar için pekâlâ iyiydi. Fakat II. Dünya Savaşının patlak verişi, her şeyi değiştirecekti.

II. Cihan Harbi sırasında ''ihtikâr'', ''harp zengini'' denilince akla CHF'li elitler geliyordu. Birinci Dünya Savaşı'nda da İttihat ve Terakki ileri gelenleri karaborsacılık yapıp zengin olurken, kimileri ülkeden tüyerken (Emmanuel Karasu), halk bulamadığı bulgura ''Enver Paşa pirinci'' adını takmıştı; bu harbin ikincisinde de ''Batı cephesinde yeni bir şey yok''tu, ''Milletin Efendisi'' olan köylü elde kalan son mahsullerini ve hayvanlarını da devlete vermekle yükümlü kılınırken, bürokratlar karaborsacılık yapanlardan rüşvet yiyordu. Millî Korunma Kanunu, Yol Vergisi çiftçinin belini büküyor, bu kanunların icâblarını yerine getiremeyenler jandarmadan dayak yiyorken, Çankaya'da bir fanus vardı ve o fanusun içindekiler, Millî Şef dışında kimseye hesap vermiyorlardı. Günler böyle geçip giderken, savaştan muzaffer ayrılan ABD gerekli iktisadî, malî, askerî ve siyasî desteği yalnızca demokratik ülkelere vereceğini açıkladığında, yönetici elit, mecburen demokratikleşme çabasına girişti; yoksa ülkenin işçisine verecek tek bir ekmeği dahi kalmayacaktı. 1930'larda yükselen totaliter söylemlere büyük ilgi duyan ve iktidarını kimseyle paylaşmak istemeyen Tek Parti dönemi yöneticileri, gerekli iktisadî yardımı alabilmek için tüm söylediklerini yutmak zorunda kalmışlardır; Yunus Nadi, Mussolini için ''İtalyan milletinin aynı zamanda ileri atılmış yüksek bir fikri tecelli ettiren ifadesidir. Faşizm Mussoli'nin şahsında tıpkı ok gibi fırlayan bir fikrin bükülmez bir kol ile tatbikat safhasına geçirilmiş halidir'' yazarken, şüphesiz Millî Şef'inden icazet alarak yazmıştı; fakat şimdi tam tersini yazmakla mükellefti.

1946'da yapılan ve ''Açık oy, gizli tasnif'' gibi bir garabete sahne olan göstermelik ve hileli seçimlerde, aynı selefleri İttihat ve Terakki'cilerin ''halk cahil olduğu için'' onları döverek oy aldığı 1912 seçimlerinde olduğu gibi, yolda değiştirilen oylar, tehditle kullandırılan reyler, belirli bir kontenjan dışında tüm vekillikleri CHF'nin alması için düzenlenmiş hileler ile Halk Fırkası, tam 16 ilde seçime katılmayan Demokrat Parti karşısında güç bela kazandı. Fakat halkın kendisine duyduğu tepkiyi fark edip, İmam Hatipleri açtı, İstiklâl Mahkemelerini kaldırdı, Türk büyüklerine ait türbelerin ziyaretine müsaade etti, İlahiyat Fakültesi kurdu. Fakat 1950'de Demokrat Parti 408 sandalye kazanırken, CHP ise yalnızca 69 sandalye kazanabildi. Böylece ilk defa sıradan, ''çarıklı'' halk; elitlerden, bürokratlardan, toplum mühendislerinden hesap sorma imkânı yakaladı. Fakat, Türkiye'nin siyasî dizaynı ve bu gariban milletin makus kaderi, bunun fazla sürmesine müsaade etmedi.

Çarıklılar Hesap Soruyor: ''Demirkırat'' Hükûmette
''Yahu Demokrat Parti de kim oluyor? Daha kurulalı ne kadar bir zaman oldu? Bu parti ne yaptı da bu kadar savunmasını yapıyorsunuz?''
''Demokrat Parti henüz bir şey yapmadı ama sizleri ayağımıza kadar getirdi. Bu da bize yeter!'' (Çankırı'nın Şabanözü ilçesindeki seçim faaliyetleri sırasında bir CHP vekiliyle seçmen köylünün konuşması)
''Demokrat Partinin getirdiği özgürlükçü dünya görüşünü, bizim seçkinler olarak düşündüğümüz özgürlükçü dünya görüşünden ayırmak gerekir. Nitekim, Demokrat Parti döneminde aydınlar, yazarlar belki baskı altına girdiler. Oysa büyük seçmen kitlesi için özgürlük, başka bir şeydi. Bir kitle için özgürlük; jandarmadan dayak yememek, tahsildarın gadrine uğramamaktı'' (Turan Güneş
Sultan Hâmid'in ''istibdâd'' günlerinde, yüksek bürokratik muhalefet dışında yerli halk, hürriyetini temin etmekte hiçbir problem yaşamamıştı. Fakat İttihat ve Terakki döneminde, tüm memleket alev alev yanmış, belli bir klik dışında herkes fakirlikten bîzâr olmuştu. Cumhuriyet de, bunun devamı sayılabilirdi. Zira devletçi seçkinler dışında tüm halk planlı ve programlı bir şekilde dönüştürülmeye çalışılmış, direnenler aşağılanmış, ezilmiş ve kafasını kaldıramayacak bir hale getirilmişti. O günlerden beri ilk defa, ''çarıklı''ların hesap sorma vakti gelmişti. 1950 seçimlerinin hemen ertesi günü, halk; ilk defa ''devletiyle barışmanın'' kıvancını yaşadı. Valilikler doldu, memurlara fırça çekildi, nahiye müdüründen dayak yiyen köylü, o nahiye müdürünün karşısına çıkarak hesap sordu, özür diletti. Devlet, milleti karşısında diz çöktü.

Fakat bu, ''devletçi seçkinler''in hoşuna gitmedi. 1950 seçimleri evvelinde zaten Birinci Ordu Komutanı Asım Tınaztepe, İnönü'ye ''darbe'' teklifinde bulunmuştu. 14 Mayıs'ta kuvvet komutanları Çankaya'ya çıkarak İnönü'ye ''emirlerini'' sorarlar. Ankara ve Erzurum üzerine askere ait uçaklardan ''halka İnönü'nün ardında birleşme, hükûmete karşı ayaklanma'' çağrısı yapan broşürler atılır. Zira Osmanlı'dan bakiye kalan politik miras, Türkiye'de Asker + Yüksek Bürokrasi'yi devletin sahibi kılmaktayken, Cumhuriyetin ilanıyla buraya bir de Cumhurbaşkanı eklenmiştir. Gerçek iktidar bunlardır, hükûmet ise hikâyedir. Demokrat Parti, bunu yüksek komutayı tekâüde sevk ederek ve ''çarıklı'' çocuklarını bürokrat yaparak kırmaya çalışır. Lakin demokrasiyle bağdaşmayan, pek çok hatalar yapar. Zira bilindiği gibi, Adnan Menderes ve Celal Bayar da dahil olmak üzere, Demokrat Parti'nin tüm kadroları CHP'nin içerisinden yetişmiştir. Yöntemleri de, popülizmle sulanmış bir ''CHP'' metodları silsilesinden farklı değildir. Buna rağmen halk DP'ye olan teveccühünü arttır. Zira halinden memnundur. Zulmü o görmemekte, mezkûr durumla ilgilenmemektedir. Fakat jakoben kanat, ''beyaz ihtilâl''in rövanşını 1960'da ''kırmızı ihtilâl'' ile alır.  Ama yine de 1961 seçimlerinde, asla koyun olmayan, bilakis akıllı ve ferasetli bir halk olan Türk milleti, darbecilerin desteklediği CHP'yi seçmez. 1957'de %41 alan CHP, 1961'de yalnızca %37 oy alabilir. Halk, ''halka rağmen, halk için'' yapılan ve anayasanın başına ''... Meşruluğunu kaybeden bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 1960 devrimini yapan Türk milleti'' yazdıran devrimi yapan iradenin kendisi olmadığını açıkça ilan eder. 1961 Anayasası ile meclisi kontrol için Millî Birlik Komitesi üyelerinin doğal azâsı olduğu, Cumhuriyet Senatosu kurulur; bu Senato 6 yıllığına seçilir ve feshedilemez; lakin hükûmeti düşürebilir. Buna ek olarak Millî Güvenlik Konseyi kurulur. Anayasanın gayesi, seçilmiş iktidarların asker ve yüksek bürokrasi/yargı organlarıyla frenlenmesine dayanmaktadır. Örneğin Genelkurmay Başkanlığı, Millî Savunma Bakanlığının altından alınarak, Başbakanlığa bağlanmış ve yürütme ile eşit konuma getirilmiştir. ''Askerî bürokrasi''nin semirmesi için OYAK gibi kurumlar teşekkül ettirilir. Hemen sonra, Çankaya'ya ''Kemalist'' birinin çıkıp ''Devleti çarıklılardan kurtarması'' için Çankaya Protokolü yapılarak Cemal Gürsel Çankaya'ya gönderilir.  Asker, yeniden darbe yapmayı düşünür lakin vazgeçerler. Ardından Adalet Partisi ve Demirel'li yıllar başlar...

Kemalist inkılâbın sembolü ''fötr şapka''sını asla başından çıkarmayan, ''muhafazakâr, sağcı'' Süleyman Demirel, bir miting esnasında. Siyasî hayatı ''Merkez''i (Devlet) ''Çevre'' (Çarıklı Halk) karşı müdafaa etmekle geçen, tüm kariyerini de buna borçlu olan Demirel, eşine az rastlanır derecede kurnaz bir siyasetçiydi. Yalnızca tek bir misalle iktifa etmek dahi bunu göstermek için kâfidir:

Tarih 28 Mayıs 1990. Demirel, Genelkurmay Başkanının mevkisiyle alâkalı düşüncelerini içeren bir nutuk irâd ediyor. Şöyle söylüyor: ''Genelkurmay Başkanının yeri, esasen Millî Savunma Bakanının altındadır. Bu bir anayasa meselesidir. Bugünkü anayasaya göre Genelkurmay Başkanının kime bağlı olduğu da belli değildir. Başbakana karşı sorumludur diyoruz, ''bağlıdır'' yok. Dünyanın hangi memleketinde Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanı ile brifing yapar, her hafta onu ziyaret eder? Yani siz sivil idare, sivil toplum istiyorsanız; Batıdaki sivil toplumun, sivil idarenin kurallarına gideceksiniz. biz bunu yapmaya çalışıyoruz, yeniden yapılanma şarttır''

Takvim yaprakları bu defa 19 Ocak 1993'ü gösteriyor. Genelkurmay Başkanının Millî Savunma Bakanına bağlanması önerisi, TBMM Millî Savunma Komisyonunda kabul edilecekken, Başbakan Demirel meseleye müdahil olup önergeyi düşürür. Devletçi seçkinlerin oyuncağı olmanın mükâfatını da Özal'ın şaibeli ölümünü müteâkiben Köşk'e çıkarak alır. Çıktığında da ağzından şu sözler dökülüverir: ''Ben, devleti kurtarmaya geldim!''. Devleti kimden mi kurtaracaktır? Elbette ki ''çarıklı''lardan! Zira Turgut Özal Cumhurbaşkanı olduğunda, çarıklıların seçtiği bir adamın Cumhurbaşkanı olması, ''bazıları''na ağır gelmişti. Bugün de böyledir. 
Ne olursa olsun, artık devran dönmüştü; memlekette artık seçimler vardı ve kimse ''çarıklı''ların oyunu yabana atacak lükse sahip değildi. Fakat yeni bir formül bulunur. Madem ki ''güdülmesi gereken halk'', ''devletin sahibi Jakoben azınlığı seçmiyor''du, o halde seçmesindi; lakin artık halkın seçtikleri hükûmet olsalar da iktidar olamayacaklar; Jakoben'ler ise hükûmet olmasalar da, iktidar olacaklardı. 1961 Anayasası, getirdiği ''entelektüel özgürlük''lere ve bu janjanlı kamuflajına mukabil, aslında halkın iktidara gelmemesi için her türlü önlemi alan, anti-demokratik bir anayasaydı. Yukarıda sayılan nitelikleri bunu sarih bir şekilde ortaya döker. Halk, bu kamuflaja aldanmadı ve Menderes'in ve yakın mesai arkadaşlarının asılmasını vicdanında mahkûm ederek anayasayı %38,3'lük rey oranıyla reddetti, seçmen kitlesinin %17'lik bir kesim de referanduma iştirak etmeyerek tepki gösterdi. Lakin referandumdaki ekseriyetle, anayasa ilan edildi.

Millî Güvenlik Kurulu'nun neden 61 Anayasasında bulunduğunu son derece sofistike bir şekilde açıklayan 27 Mayıs'ın mimarlarından Kurmay Binbaşı Orhan Erkanlı: ''Bu ülkede pirinç fiyatlarından karayollarına ve turistik yörelere kadar ulusal güvenlikle alâkalı olmayan tek bir sorun dahi yoktur!'' Yani, Türkiye'deki her mesele, devletin ve onun bekçilerinin, yani bizim meselemizdir, demek istiyor.

Derken, 70'lerin başarısız hükûmetleri, 12 Eylül'ü getirir. Burada yeni bir şey olur, o da Cumhurbaşkanlığı makamının parlamenter bir rejimle bağdaşmayacak biçimde çok fazla yetki ile donatılmasıdır. Bu da, yine Cumhurbaşkanlığının (devletin-iktidarın), ''çarıklıların'' seçeceği hükûmete karşı yeni bir direnme noktası olsun diye yapılmıştır. Üstelik Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren, halka şirin gözükmek için ''İslâmcı'' sosla bulanmış kimi icraatlarda bulunur; ''Ayet okumak laikliğe aykırı değil ki'', ''Madem ki Müslümanız ve Kur'an'a inanıyoruz, o zaman Kur'an'daki ayetlere de uymamız gerekir diye düşünüyoruz'' gibi beyanatlar vererek, Müslüman Türk halkını yine can evinden vurmaya kalkışır. Bu noktadan sonra, 1983 seçimleriyle birlikte Türk halkı beklediği ''yeni Baba''sını bulur: ANAP'ın başında ortalığı kasıp kavuran Turgut Özal.

Seçilmişlerin Son Kurşunu: Özal'lı Yıllar ve 28 Şubat

Turgut Özal, KHK'ler yoluyla hükûmetin bürokrasiye olan bağını azaltarak, kendisine direnen bürokratik seçkinci kitleyi devre dışı bırakmıştır. Bütçe dışı fonlar teşkil ederek, devleti buralardan harcadığı paralarla idare etmeye başlamıştır. Üstelik, Dışişleri konusunda iş adamları gibi çevrelerden faydalanmıştır. Özal, orduyu ''şortuyla'' teftiş eder ve tarihte ilk defa bir Genelkurmay Başkanı, siyasî iradeyle ters düştüğü için, onun döneminde istifa etmek zorunda kalır. ANAP'ın ''devletin bireylerin önünü açmaktan, onların mutluluğunu sağlamaktan öteye gitmeyecek teknik bir aygıt olduğu'' propagandası, seçilmişlerin, devleti temsil eden ''atanmışlar''dan üstünlüğünü vurgulayan temel etkenlerden biri haline gelmiştir; ''devletin adamı'' değil ''halkın adamı'' kimliğini taşıyan Özal, siyasî kariyeri boyunca memleketi karış karış gezmiş bir politikacıdır, bu sayede Köşk'e çıktığında Çankaya'da ilk defa namaz kılındığı, söylenebilir. Köşk, halka ilk defa açılır: haftanın muayyen bir gününde isteyen herkes Köşk'e gelerek, derdini anlatma imkânı bulur. ''Çarıklılar''ın çocukları, üniversitelere, mülkî amirliklere, memuriyetlere, orduya girmeye başlarlar. Devletçi seçkinlerin tüm paradigmaları çöker; Necmeddin Erbakan gibi müteşebbislerin liderliğinde Anadolu'dan yükselen muhafazakâr burjuvazi, devletçi seçkinlerin ekonomik gücünü tazyik etmeye başlar. Bu arada Özal şaibeli bir şekilde vefat eder. Devlet, kendisini koruma refleksi içerisinde Köşk'e Demirel'i çıkartır ve Demirel, ''Ben devleti kurtarmaya geldim!'' şeklinde bir laf eder. Arkasından, 28 Şubat patlak verir. 28 Şubat'ta rol oynayan geleneksel devlet kanatları (CB makamı + Yüksek Yargı + Yüksek Bürokrasi + Ordu + CB'nin atadığı Rektörler vasıtasıyla akademik camia) dışında yeni bir faktör, ''seçkinci medya'' da işin içine girer. Türlü türlü yalanlarla dolu iftira kampanyaları yürütülür. Yurtdışından çıkan onayla, demokrasiye ''balans ayarı'' verilir. Türkiye'deki her darbenin arkasında olduğu gibi, yine ABD güdümlü NATO stratejisi 28 Şubat'ta başrol oynamıştır.
Haziran 1996'da Türkiye'deki resmî temasları sırasında Refah Partisi'nin hükûmet olmasına mâni olunması gerektiğini belirterek: ''Demirel yakın dostum. Bunu engellemek için elinden geleni yapacağına eminim. Ordu da susmayacak'' diyen İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman. Bu dönemde ABD Dışişleri Sözcüsü Nicholas Burns de, ''Türkiye'de saldırı altında bulunan laik demokrasi korunmalıdır'' şeklinde bir beyanat vermiştir.

Netice ve Erdoğan

Hülâsa olarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye'ye miras kalan Osmanlı bakiyesi modernleşme, kendisini devletin hakiki sahibi olarak gören bir zümre yaratmıştır. Bu zümre; yüksek bürokrasi ve yargı ile ordu, Cumhurbaşkanlığı işbirliğine dayanan bir kliği tutarak, her zaman halkın seçtiği ''muhafazakâr çarıklı''ları hükûmet olsalar dahi, iktidar yaptırmama fantezisi üzerine eğilmişlerdir. Yaptıkları tüm anayasal tadilatlar; Anayasa Mahkemesinin 367 kararı, Cumhuriyet Mitingleri, Danıştay'ın verdiği Türban kararı ve sonrasında öldürülen bir Danıştay hâkiminin cenazesinde meydana gelen olaylar, 2007'den 2010'a kadar Cumhurbaşkanlığı seçimleri süreçlerinde yaşananlar, hep bu realiteyi tasdik eder. Zira Türkiye'de hükûmet olabilmek için seçim kazanmak kâfi, fakat iktidar olabilmek için değildir; bunun için Cumhurbaşkanlığını tutmak, bürokrasiyi tasfiye etmek ve yüksek yargıyı ele geçirmek, rejimin bekçisi orduyu pasifize etmek gerekmektedir. Türk halkı kendisini 1930'lardan itibaren Fethi Okyar'dan, Menderes ve Bayar'a, Demirel'den Özal'a ve Erbakan'a kadar onlarca siyasetçinin önüne ''kurtar bizi!'' diye bu sebepten atmıştır, çünkü onu sürekli değiştirmek, yönetmek isteyen bir klik mevcuttur ve bunun önü bir türlü kesilememektedir; buna teşebbüs edenler ya asılmış, ya da şaibeli bir şekilde öldürülmüştür. Asla onları düşünen, onlardan olan kimse devletin en tepesine çıkamamıştır, çıksa da kalıcı olamamış; darbeler veya ayak oyunlarıyla parça pinçik edilmiştir.

İşte Erdoğan'ın muvaffakiyetinin sırrı buradadır. Bunları başarmış ve devletin tepesinde kalıcı olmuştur. Zira Türk halkı, elbette ki aptal değildir; ''merkez''e karşı, her zaman ''çevre''yi destekler; neticesi ne olursa olsun. Erdoğan, orduyu siyasî alanda geriletmiş, bürokrasiyi ve yargıyı oligarşi artıklarından temizlemiş (Bunu FETÖ cemaati ile yapmıştır, fakat FETÖ nevinden bir cemaatin kullanılmasına, orduyu ürkütmemek adına mecbur kalınmıştır; zira FETÖ'yü ortaya çıkaran şartlar, Türkiye'nin sayılan özgün vaziyetinden ötürüdür), Cumhurbaşkanlığını uhdesine almış; aynı Özal gibi, Külliyeyi halka açarak ''devlet''i ''millet'' ile kucaklaştırmıştır. Bugün belki de tarihte ilk defa, milyonlarca Müslüman Türk, ''çarıklı'' olmasına karşın devletini kendi devleti olarak görüyor. Onun uğruna mücadele ediyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Gül'ün seçilmesine mâni olmak için icrâ edilen Cumhuriyet Mitinglerinden bir kare. Yüksek yargı, üniversite rektörleri, bürokrasi tarafından desteklenen bu mitingler, AKP hükûmetine ''devlet olamayacaksın!'' demenin bir yoluydu. Danıştay saldırısında ölen hâkimin cenazesinde de kuvvet komutanları, Cumhurbaşkanı Sezer, rektörler ve yüksek yargı üyeleri alkışlanırken, AKP hükûmeti mensubları ''katil'' sloganlarına muhatap olmuş, Yüksek Yargı Kurumları ve Sezer, bu olaydan hükûmeti mesul tutmuş, Sezer: ''Bu olaylara sebebiyet verenler, tutumlarını yeniden gözden geçirmelidirler'' gibi garip bir açıklama yapmıştı.
Bugün, Erdoğan Türk halkının ''yeni babası''dır. Tüm gücünü de halktan almaktadır. Gücünü milletten almayan her iktidar, elbet yıkılır; sırtını halka ve onun değerlerini yaslayan ise her türlü maniâyı ezip geçer ve nihayetinde, istediğine muvaffak olur. Erdoğan'ın hikâyesi, işte bu milletin beklediği ''kurtarıcı bir baba''nın hikâyesidir; halkın kendisini ''devlet''e karşı koruyacak, belki de kendisini ''devlet''le barıştıracak olan ''baba''ının öyküsüdür. Erdoğan'ın muhaliflerini sindirmesi, ortalama halk için bir şey ifade etmez. Türk milleti, aptal değildir; kendisini korumak için Erdoğan gibi siyasîleri desteklemeye mecburdur. Eski Anayasa Mahkemesi başkanı Yekta Güngör Özden'in ''Cumhurbaşkanının eşinin kamusal alanda sıkma baş olması, cumhuriyetin modern niteliklerine aykırıdır; dolayısıyla Cumhurbaşkanı cumhuriyetin esaslarına yönelik bu saldırıyı savuşturmak için eşine başörtüsünü çıkartma baskısı yapmalıdır. Yapmıyorsa, mesuldür; cumhuriyete ve dolayısıyla vatana ihanet etmektedir. Yüce Divan'da yargılanmalıdır'' şeklindeki ''bilimsel mütalaası'' halen hafızalarda iken, bugün Külliye'de cehrî zikir çekiliyor. Erdoğan olmasaydı, ''başörtülü bir çarıklı''nın evladı, askeriyede mezun olurken, o ''çarıklı'' onu seyredebilir miydi? Devlet, bu cahil sürpüntü kadına (!) müsaade eder miydi? Elbette ki hayır. Biraz aklı başında bir insan, Erdoğan'ın nasıl bu kadar başarılı olduğunu anlamak için modernleşme sürecindeki Türk tarihini üç satır okur ve altında ''halkın aptal olduğu'' için değil, bilakis, ''aptal olmadığı için'' Erdoğan'ı seçtiğini anlar. Bugün, referandumdan önce hepimizin aklında tek bir sual var:

Acaba halk, beklediği hakiki kurtarıcısını buldu mu?

Cevabı, referandumda belli olacak.

1 yorum:

  1. Hocam peki Erdoğanın şu anda eski ulusalcı derin yapılar mesela Doğu Perinçek gibilerle yakınlaşması ve Ergenekon davalılarını görevlere iade etmesi ve kadrolara vermesini neye yoruyorsunuz?

    YanıtlaSil