15 Mart 2017 Çarşamba

Batı'nın Erdoğan Düşmanlığı: Maksad Demokrasiyi Müdafaa mı?

İsviçre Gazetesi Blick'in 13 Mart 2017'deki manşeti.

Avrupa'nın bugünlerde bir numaralı gündem maddesi, Türkiye'deki ''Cumhurbaşkanlığı Sistemi'' referandumu. Çok enteresandır ki, Türkiye ve Türkler, nihayet çok istedikleri ''uluslararası sisteme yön verme'' işinde muvaffakiyete erdi. Fakat tersten. Yani müspet manada bir ''oyun kuruculuk'' değil bu, daha çok menfi. Türkiye ve Erdoğan aleyhindeki her nutuk, isterseniz ayrılıkçı bir Kürt terörist olun, isterseniz de birkaç ay evvel Türkiye'de bir darbe tertip etmeye çalışan tarikatçı bir terör örgütü mensubu (FETÖ) olun, şiddetli alkışlarla mukabele edilecek bir eylem haline geldi tüm Avrupa'da, öyle ki siyasetçiler bunu kullanarak ''Erdoğan'a yaltaklanmadım, onu eleştirdim!'' diyebilmek için seçimlerden evvel enteresan işlere girişiyorlar ki, geçtiğimiz günlerde Hollanda'da yaşanan hadiseler bunun bariz bir örneğiydi. Haftalardır referandumun ''Hayır'' kanadından insanları ülkesinde ağırlamaktan şeref duyan Hollanda makamları, Türkiye'nin vazife başındaki bakanını, kendisinin ve Türkiye'nin de taraf olduğu uluslararası anlaşmalar ile belirlenmiş uluslararası hukuk kurallarına göre kendi toprağı sayılan büyükelçiliğine sokmadı, üstelik sınır dışı etti. Tüm bakanlara ve vekillere zorluk çıkarma girişimleri bu sebepten. Fakat tüm bu engellemeleri yaparken, Hollanda da dahil olmak üzere, tüm Avrupa bu referandumda taraf oldu. Ülkesindeki bir numaralı gündem maddesi ''Hayır oyu verin!'' diye bağırmak olan Avrupalılar, ''Evet'' oyu verecek olanlar ülkelerinde meskûn gurbetçiler ile buluşmak istediğinde ''İçişleriniz bizi ilgilendirmez, giremezsiniz'' şeklinde bir mugalataya başvurdular. Madem bu iş Türkiye'nin iç meselesi ve Avrupa'yı ilgilendirmiyor, yukarıdaki başlığı niçin atıyorsunuz? Abdüllatif Şener Amsterdam ve Rotterdam'da ne hakkında konferans verdi, alacağı araziler hakkında mı? Gezi Olayları başladığında Der Spiegel niçin Türkiye'de ''Boyun Eğme!'' başlığıyla çıkmıştı o hâlde? Bu da Türklerin içişlerine karışmak değil midir?

Elbette Avrupalı makamlar, bunu yalnızca bir ''bahane'' olarak öne sürdüler. Maksatları, yükselen aşırı sağ akımlarının 20. yüzyılda elde ettiği başarıyı tekrarlamasına mâni olmak. Bu da tüm partilerin artık seçim neticesini belirleyecek kapasiteye erişen yabancı düşmanı seçmene oynaması için sağa kaymasına zemin hazırlıyor. Fakat meselemiz bu değil; zira neden Avrupalıların, son üç-dört senedir, bilinçli ve sistematik olarak Türkiye'yi ve Erdoğan'ı bu kadar şeytanlaştırdığını, ''demokrasi havarliği'' maskesi altında her türlü vasıtayı kullanarak Türkiye aleyhine konumlandığını bulmak gibi daha önemli konularımız var. Aslında bu konu, ''Erdoğan'ın Avrupa kamuoyundaki yükselişi ve düşüşü'' şeklinde yorumlamak, en makul seçenek. Fakat bunu yapmadan evvel, Avrupa'nın ''demokratik değerler''ine de bir göz atmamız gerekiyor.

Avrupa ve Demokrasi

Türkiye'de yaşanan 15 Temmuz darbe girişimini NATO sayesinde müttefik olarak gördüğümüz ABD ve Avrupa ülkelerinin büyük bir destekle karşıladığı muhakkak. Bu darbe girişimini Avrupa'nın ''Hızla otoriterleşen Erdoğan'a seküler güçlerin bir karşı çıkışı'' olarak gördüğü biline bir şey, zaten Batı medyasının bu darbe girişimine dair tavrı ve olayları veriş biçimi de bunu ayan beyan bir şekilde ortaya döküyor. Türkiye'de NATO'cu kanadın en önemli simgelerinden olan, kurduğu ''Batı Çalışma Grubu'' ve hükûmeti düşürmek maksadıyla sıkıyönetim ilan etmeyi hedefleyen ''Balyoz'' darbe planının mimarlarından bir tanesi olarak tanınan Çetin Doğan'ın (Ki, bu davanın sulandırılması sebebiyle kendisinden hesap sorulamadan serbest bırakılmıştır) damadı Dani Rodrik, 15 Temmuz'dan sadece 15 gün sonra ''Türkiye artık Batı standartlarında bir demokrasi olamaz, en fazla Malezya olur, fakat iç savaş tehdidi de mevcud'' şeklinde bir açıklama yaptı. Bu beyanatın arkasında şüphesiz Erdoğan'a Batı'nın duyduğu alerjiyi gizlemek maksadıyla yerleştirilmiş bir ''Batı ayarında demokrasi'' lafzı dikkat çekiyor. Peki, Batı bu iddialarında samimi mi? Bugün, tüm dünyayı bırakalım, tüm Avrupa'da ne kadar ''Liberal Demokrasi'' mevcud?

1945'ten 1995'e Avrupa'daki demokratik rejimler. Bu ''demokrasi''den kastın, sadece ''free and fair elections''dan ibaret olduğunu unutmayalım. Avrupa'da II. Dünya Savaşı'nın ardından husûle gelen ''formel demokrasi''ler dahi, Avrupa'nın yarısını kapsamıyor. Doğu Bloğuna dahil olan Demir Perde ülkeleri, Portekiz ve İspanya'daki Salazar ve Franco türevi diktatörlük yönetimleri, 12 Eylül'den sonra kurulan Türk demokrasisi ile hemen hemen yaşıt.
Yukarıdaki haritadan anlaşılacağı üzere, demokrasi münakaşasını Avrupa'nın karanlık dönemi, 1925-1945 arasındaki ''diktatörlükler devri'' üzerine yapmıyoruz; bilakis bunları dezenfekte edildiği döneme dair yapıyoruz. Avrupa, sekülerizmin ve pozitivizmin kaçınılmaz sonucu olarak ''kurucu rasyonalizm''e yöneldiği bu dönemde, birisi ırkî, tarihî ve medenî bir dönemi canlandırma girişimini taşıyan (Alman, İtalyan ve Japon faşizmleri), ötekisi ise ''tüm dünyanın zorunlu ve kaçınılmaz olarak içerisine dahil olacağı bir ütopya projesini gerçek kılmak üzere'' örgütlenmiş bir ideolojinin yüklenicisi olan (komünizm) ideolojilere teslim olmuştu, üstelik bu insanlara son derece makul gelmişti. Adolf Hitler'in Nasyonal Sosyalizmi, onlara korkunç bir şey gibi gözükmedi. Avrupa'da tüm şiddetiyle savaş başlayıncaya dek, dünya çapında ünlü Nazi hayranları vardı. Macaristan'da, Polonya'da, Bulgaristan'da, Romanya'da, İspanya'da, Portekiz'de, Fransa'da, hatta İngiltere ve Amerika'da bile Nasyonal Sosyalizmi benimsemiş ünlü fikir, devlet adamları ile askerler vardı. Meselâ Britanya Kralı VIII. Edward, Nazilerden nefret etmek şöyle dursun, onlara sempati duyuyordu; Nazi selamı verdiği fotoğrafı bugün halen daha dünyanın en meşhur kareleri arasında mütalaa edilmektedir. Birinci Dünya Savaşı'nın kahraman pilotu, ünlü Amerikalı havacı Charles Linderbergh, büyük bir Nazi hayranıydı. Anti semitizmin doğup büyüdüğü ilk yer olan Fransa'da Henry Dorgeres iktidar için milis kuvvetler kurmuş ve Fransız faşizmini semirtmişken, Belçika'da Leon Degrelle 1936'da mecliste 21 sandalye kazandı. Hollanda'nın faşist partisi Nationaal Socialistische Beweging 1935'te yüzde 8 oy aldı. Buradan çıkarılacak netice, Avrupa'nın içerisine sürüklendiği faşizmin, aslında onlar açısından tarihin tabiî bir seyrinden ibaret olduğudur. Nazi Almanya'sı, Avrupa için kesinlikle bir anomali değildi, bilakis, eğer Nazi Almanya'sı ''Aryan ırkı için tüm Avrupa'yı fethetme'' arzusu taşımasaydı, kesinlikle örnek alınacak bir yapıydı pek çok Avrupalı için. Zira bunun altyapısı Avrupa'nın kültürel kodlarında vardır: Yahudi sermayesinin ve lobisinin çok kuvvetli olduğu ABD'de bile, Atlanta'da Yahudi Leo Frank'ın 1915'te linç edilerek öldürülmesi, bunun sarih bir örneğidir; Avrupalı halklar yüzyıllarca ''yabancı'' olanın ''tehlikeli'' olduğu inancıyla yaşadılar. Zira Roma İmparatorluğu'na kendi dedelerinin (Barbar Cermen-Frank kabileleri) yaptıklarını hiçbir zaman unutmamışlardır.

Bu dönemi geçip günümüze yaklaşırsak, Avrupa'da yeniden ''faşist temayüllerin'' ortaya çıktığı on yılların içerisinden geçiyoruz. Yabancı düşmanlığı, bilhassa kültürel aidiyetlerinin tehdit olduğuna inanan ve sağcı bir popülizme dayanan ''halk destekli'' neo faşist oluşumlar, gün geçtikçe iktidara yürüyor. Bunu Müslümanlara ve onların ''yanlış tavırlarına'' bağlamak, oldukça manasız bir tavırdır; zira bu Avrupa için bir etki-tepki meselesi değil, geçmişteki ''Kod''ların yeniden canlanmasıdır. Örneğin Fransız aşırı sağ partisi Front National, baba Le Pen tarafından kurulduğunda anti semitik bir tavır içerisindeyken, günümüzde Müslüman düşmanlığının para etmesi sebebiyle Yahudilerle barışmış ve anti İslâm politikaları izlemeye başlamıştır ki; partinin şimdiki lideri Marie Le Pen, babasını partiden ''anti semitik olduğu gerekçesiyle'' ihraç etmiştir. Aynı zamanda 1990'larda Doğu Avrupa'da yaşanan ''dazlak'' eylemlerinin Britanya'da, İskandinavya'da, İtalya'da görülmeye başlanması, İtalyan Neo Faşist partisi Alleanza Nazionale'in Silvio Berlusconi'nin koalisyon hükûmetine 1994'te dahil oluşu (Mussolin'inin Salo Cumhuriyetinde görev yapan bir memur olan Mirko Tremaglia, İtalya Parlamentosunun Dış İlişkiler Komisyonuna başkanlık yapmıştı; faşist parti MSI tam beş bakanlık elde etti. 1990'da icrâ edilen 17. Büyük Kongre'de MSI mensuplarının yüzde 87'si demokrat olmadığını, yüzde 50'si demokrasinin bir yalandan ibaret olduğunu, yüzde 88'i ise faşizmin kendileri için tarihî bir referans olduğunu ifade etmişlerdir), Jörg Haider'in Nazi mensuplarını çalıştırdığı Freiheitspartei'nin 2000 yılında Avusturya hükûmetine ortak olması gibi eylemler gerçekleştiğinde, Avrupa'ya Müslüman göçü günümüzle mukayese edilemeyecek derecede azdı. Dolayısıyla Avrupa'da aşırı sağın hortlaması için yalnızca güçlü bir nefret objesi gerekiyordu, bu da İslâm oldu.

Berlusconi ile öpüşen bu kadın ''Il Duce'' Benito Mussolini'nin torunu Alessandra Mussolini. Tıp fakültesi mezunu olan Mussolini, bir süre film artistliği ve erotik film ''sanatçılığı'' icrâ ettikten sonra siyasete atıldı. 1992'den sonra İtalyan Faşist Partisi (Movimento Sociale Italiano) mensubu olarak Napoli vekili seçildi. 1993'te Napoli'de oyların yüzde 43'ünü kazandı. Bu faşist partinin lideri olan Gianfranco Fini de aynı yıl Roma belediye başkanlığında yüzde 47 oy alarak kıl payı kaybetti, fakat çeşitli Berlisconi hükûmetlerinde Başbakan yardımcılığı, Dışişleri bakanlığı, Meclis başkanlığı gibi vazifeler yürüttü.
Bugün, tüm Avrupa'da 1990'lardan bugüne gelinen süreçte yaşananlar kemâle ermek ve post-faşist bir nizamın temelini atmak üzere. Tüm Avrupa sathında ''demokratik süreçlere'' tehdit oluşturan bir aşırı sağ furyası kat be kat artıyor. Fakat Avrupalı siyasetçiler, buna mâni olmak şöyle dursun, gitgide sağa kayarak bu partilerin popülaritesinden faydalanma yolunu seçmekteler. Dolayısıyla Avrupa'da aşırı sağ iktidara gelemese bile, umumiyetle sistemi dışarıdan şekillendirerek liberal veya sol koalisyonları kritik konularda (göç, İslâmî simgelerin yasaklanması, kimi yabancıların sınır dışı edilmesi, küreselciliğin etkisinin azaltılarak ekonominin dışa kapatılması vesaire) popülist politikalar izlemeye mahkûm bırakıyor. Hülâsa, Avrupa'nın Türkiye'yi olmamakla suçladığı ''Liberal Batı demokrasisi'', şuanda zaten Avrupa'da da birkaç ülke dışında mevcud değil, olanlarda da bu hızla geriliyor. Liberal demokrasinin kalesi olan Amerika'da dahi Donald Trump'ın gelişiyle vücud bulan yeni yönetim düzenine (Trump Administration) Shadi Hamid gibi politik yorumcular (Mustafa Akyol'un Amerikalı şubesi) ''illiberal demokrasi'' - yani demokrasinin sadece popülist seçimlere indirgendiği, görünürde demokratik fakat işleyişte otoriteryen - yaftasını vurduğu düşünüldüğünde, bugün Avrupa için birincil mesele kendi iç düzenini tamir etmektir. Fakat onlar bunun yerine kendilerine bir ''dış düşman'' yaratmayı seçtiler ve bu Erdoğan oldu. Peki, neden Erdoğan? Üstelik Avrupa'yı büyük bir dertten kurtaran ''Geri Kabul Antlaşması''nı imzalamasına rağmen?

The Economist: ''Doğrudan demokrasi sadece önemsiz şeyler için uygundur. Meselâ, Eurovision Şarkı Yarışması!''
Bunun neden olduğunu tahlil ederken, ''demokrasi'' bahanesini işin arasından çıkartmak gerekir. Zira ABD ve askerî anlamda ona muhtaç olduğundan genellikle bu meselelerde onunla pek sürtüşmeyen AB ülkeleri, pek çok diktatörle kendi çıkarlarına hizmet ettiği dönemde çalışmışlar, ne kadar demokratik olup olmadığına bakmamışlardır. Mesele, demokrasi değil; çıkarlar ve onların değişmesidir. Bunun en yeni örneği, ilk seçilmiş Mısır Cumhurbaşkanı Mursi'ye karşı darbe yapan ve binlerce göstericinin yaşamını yitirmesine sebep olacak önlemleri alan General Sisi'ye karşı Batı ülkelerinin ve medyasının takındığı tavırdır. Veya sadık birer Batı müttefiki olan Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi günümüzde pek rastlanmayan ''mutlak monarşi'' rejimlerini dahi canhıraş destekleyenler, ekonomileri yine onlardan gelecek doğal kaynaklar ve sıcak paraya muhtaç AB ülkeleridir. Ayrıca Amerika'nın demokratik ilkeleri hiçe sayarak pek çok ülkede seçimle iş başına gelen hükûmetleri darbeyle devirdiği (Şili, Türkiye vesaire) de bilinen bir realitedir. Bu rejimlerle ilişkiye geçerken hiç dikkate alınmayan ''demokrasi'' parametresi, Erdoğan için nişin önem taşısın? Biz bu vaziyeti politik gelişmeler ışığında daha farklı gerekçelerle izah etmek gerektiği kanaatindeyiz.

Solda tarafta gördüğünüz kareler, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği ve karşı çıktığı anda karşımıza çıkan iki farklı siyasî lider portresi içeriyor. İran ile savaştığında Amerika'nın desteğini alan ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ile tokalaşma şerefine nâil olan Saddam Hüseyin, farklı politikalar izlemeye başladığında ülkesi işgal edilmiş, kaçmış, ''Kızıl Şafak Operasyonu'' (Operation Red Dawn) ile ev ev Rangers'lar tarafından aranmış, ele geçirilmiş, ardından da da idam edilmiştir.

Elbette ki Rumsfeld'in Saddam'a olan sevgisinin demokrasiyle veya insan hakları ile bir alâkası yoktu. 1983'te gerçekleşen bu ziyaret, 1982'de Saddam'ın müsebbibi olduğu ve emrini verdiği, Dujail'de 148 Şiînin ölümüyle biten bir katliamın ardından gerçekleşmişti. O an Rumsfeld'in umrunda olmayan bu katliam, 2006'da Saddam idama mahkûm edildiğinde eldeki birincil suçlamaydı. Tipik bir Orta Doğu diktatörü olan Saddam, işe yaradığı zaman kullanıldı; yaramadığı zaman da atıldı. 



Erdoğan'ın Yükselişi ve Düşüşü


a) Erdoğan'ın Altın Yılları

İran'da gerçekleşen 1979 İran İslâm Devrimi'nin o sert İslâmcı ikliminden ürken ve ne olursa olsun müttefiklerinin seküler kalmasını arzu eden Amerika Birleşik Devletleri, seküler bir diktatör olan Saddam'a İran-Irak Savaşı'nda açık kredi açmışken, NATO perspektifini de buna göre güncellemişti. Komünist bloğun çökmesinin ardından, ABD ve NATO, sosyalizme karşı semirttiği Vehhâbî ''cihat örgütleri''nden kuşkulanmaya ve çekinmeye başladı. Türkiye'de de Millî Selamet Partisi ve Refah Partisi çizgisinde temsil edilen ''Millî Görüş''ün İran Devrimine sempatiyle bakan kesimleri sebebiyle, bu çizginin mutlaka iktidar ortağı olmaması gerektiği kanaatine vardı. Erbakan ve kurmaylarının Batıyı hedef alan, NATO çizgisini tanımayan, Üçüncü Dünya ülkeleri ve İslâm ülkeleriyle birlikte bir başka blok kurma sözü veren söylemleri, Batı bloğunu son derece ürküterek İsrail'in güvenliğinden endişeye düşürdü. Bu sebeple NATO Türkiye ile alâkalı ilişkilerini İslâmcı cereyanları sınırlamak üzerine inşa etti. Bunu tasdik eden çok delil vardır. Örneğin 1990 Ekim'inde Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanı Orgeneral John Calvin, NATO Asamble'sinde bir konuşma yaparak dünya barışını tehdit eden komünizmin bertaraf edildiğini, yeni tehditlerin ise fundamentalist İslâmî hareketler, terörizm ve etnik sorunlar olduğunu ifade etmişti. Britanya Başbakanı, ''Iron Lady'' Margaret Thatcher, 1991'de gittiği Moskova'da ''Yeni kutuplaşma Batı ile Orta Doğu-Akdeniz havzasındaki fundamentalist cereyanlar arasındadır'' derken, şüphesiz kastettiği din, İslâm'dı. 1993 senesinde Berlin'de icrâ edilen NATO toplantısında, ''İranlaşma korkusunun'' dile getirilmesi ve bilhassa sorunlu Kuzey Afrika coğrafyasında Batı'nın sadık müttefiki olan hükûmetlere yardımların artması gerektiğinden bahsedilmesi, aşikâr bir şekilde NATO'nun güvenlik algısı/konseptinin değiştiğini göstermekteydi. 1994'te NATO Savunma Bakanları toplantısında Fransa Savunma Bakanı Franços Leotard'ın, ''NATO'nun kendisini İslâmcı köktencilikten gelen tehdidi caydırmaya göre güncellemesi gerektiği''nden dem vurması, 1995'te NATO Genel Sekreteri Willy Claes'ın, İngiliz Independent Gazetesine bir demeç vererek, ''Köktendincilik komünizmden daha tehlikeli, lütfen bu tehdidi küçümsemeyin'' şeklinde bir beyanatta bulunması ve 1996'da Refah Partisi'nin seçimden birinci çıkmasını müteakiben Türkiye'de Millî Askerî Stratejik Konsept (MASK) belgesinin değiştirilerek ''irtica''nın birincil tehdit olarak belirlenmesi, şüphesiz ki tesadüf değildir; aynı dönemde yükselen Kürt ayrılıkçı terörizmi ve onun mümessili PKK'ya karşın ''öncelik tehdit'' olarak irticanın belirlenmesi, NATO baskısının bir tezahürüdür. Bu sebepten ötürü, 1997'de Amerika Temsilciler Meclisi'nin Orta Doğu Masası Şefi Carol Migdalovitz, Refah-Yol koalisyonunun mutlaka düşmesi gerektiğini, yoksa oylarını gittikçe arttıracağını söylerken, aynı sene ABD Dışişleri Sözcüsü Nicholas Burns'ün ''Türkiye'de saldırı altında bulunan laik demokrasi korunmalıdır, Türkiye'nin laik demokrasi geleneğini yok edecek hiçbir anayasa dışı mücadelenin olmamasını ümit ediyoruz'' şeklindeki sözleri, askerin müdahalesine yeşil ışık yakmıştır. Netice itibariyle 28 Şubat 1997'de hükûmet düşmüş, Millî Görüş çizgisi tasfiye edilmiştir.

Fakat ABD, bu darbenin ardından tüm dünyadaki İslâmcı hareketleri dönüştürebilmek için farklı bir yol izlemeye karar verdi. Dünyaya bir anda kapitalizm ile eklemlenmiş, dinî meseleleri anayasal tartışmaya açmayan, yani devletin kurumsal manada ''seküler'' olmasıyla bir sorunu olmayan, şahsen İslâmcı çevrelerden gelme ve mütedeyyin siyasetçiler olma vasfını taşıyan, ''demokratik süreçler''e saygılı, İslâmiyet'le demokrasiyi uyuşturacak, Avrupa Birliği, NATO ve ABD ile uyumlu çalışabilecek bir söylem geliştirebilecek bir ''Ilımlı İslâm'' dalgası yayıldı. İslâmiyet'i içeriden reforme edebileceğini düşünen bu akımın siyasî olarak iktidara gelmesi, bir deney icâbı ülkesini şekillendirmesi, ardından da İslâmiyet'i reforme ederek artık fundamentalist İslâmcı hareketleri Batı'ya tehdit olmaktan çıkarması gerekiyordu. Bu noktada biçilmiş kaftan bir ülke vardı: Türkiye. Yüzde 90'ların üzerindeki Müslüman kimliğine sahip fakat aynı zamanda da şedid bir anti-demokratik geleneğe ve katı bir laiklik anlayışına sahip olan bu istikrarsız ülke, İslâm'la bu ''Ilımlı İslâm'' politikasıyla barışır ve bölgesine bir ''model'' olarak kendisini ihraç edebilirse, tüm Orta Doğu'da Batı müttefiki ve ona tehdit oluşturmayan, üstelik aynı zamanda İslâmî vasıflar da taşıyacağı için istikrarlı, kapitalist rejimler inşa edilebilir; üstelik bunu da kurumsal/anayasal olarak laik kalarak yapabilirdi. Bunun yapılabilmesi için Türkiye'de İslâm'ı içeriden liberal değerlere uygun, Batı yararına bir reforma tâbi tutması için seçilen partner Fethullah Gülen cemaati idi. Bunun siyasî ayağında da ABD'nin istediği gibi ''Millî Görüş gömleğini çıkartan'' Erdoğan ve Gül gibi mütedeyyin simâlar ile Fethullah Gülen Cemaati'nin basın desteğinin bir koalisyonuna dayanan, aynı zamanda çeşitli muhafazakâr siyasetçiler ile 12 Eylül darbesinde çektiklerinden ötürü Kemalizmle/Ulusalcılıkla hesabı olan eski solcular, şimdinin liberalleri güç birliği yaptılar. Adalet ve Kalkınma Partisi ilk kurulduğunda, tüm bu çevrelerden insanları bünyesinde toplayan bir parti idi. ''Muhafazakâr Demokrat''lık iddiası, ekonomik liberalizmi, AB ile ortak reformları hep bu amaç için geliştirilmiş politikalardı. AKP'nin ilk dönemleri, ekonomik/siyasî bir dizi Batılı reformla geçti: Kemalist askerin geriletilmesi için AB ''demokratik'' reformlarının destek olarak kullanılması, mütedeyyin veya İslâmcı çevrelerin kapitalizmin nimetlerinden faydalanması için ekonomi çarkına dahil edilmesi, Müslümanların mağduriyetlerinin giderilebilmesi için yapılan kimi siyasî düzenlemeler, Kürt Sorununun çözülmesi için başlatılan ''Kürt Açılımı'', gündeme gelen federasyon, özerklik, bölgeli devlet tartışmaları, AKP'nin ön ayak olduğu ''Medeniyetler İttifakı Projesi'', hep Erdoğan'ın Avrupa tarafından pohpohlandığı döneme dair politikalardır.

Bu dönemde, ünlü reformist ve Batıcı din hocamız (!) Ali Bardakoğlu'nun Diyanet İşleri Reisliğine tayiniyle Ankara'da, kendisinin de ön ayak olduğu kurumsal bir programla, İslâmiyet'teki şeriat kurallarının daha yumuşak hale getirilebilmesi, hadislerin buna göre ayıklanması, yeniden tedvin edilmesi gibi işler yürütüldüğünü İngiliz Gazetesi The Guardian haber yapmıştı. Tüm o ''Dinler Arası Diyalog'' tantanası adeta devletin resmî politikası haline gelmiş ve Erdoğan Batı gözünde büyük bir ''Reformist, demokrat, ülkesini her açıdan büyütmeye kararlı, muhafazakâr bir lider'' haline gelmişti. 

Fethullah Gülen, Türkiye'ye şekil vermesi için seçilen ve yurtiçi-yurtdışında Batı için reformist İslâmcı yetiştiren bir okul ağına sahip olması vaad edilince, eski vaizlik günlerindeki kasetlerinde yer alan Mustafa Kemal ile alâkalı sözlerinden nedâmet getirerek tövbe etmiş, laik olduğunu söylemiş, ''Devlet idam etse de geleceğim'' diyerek yalan söylemişti.
İç politikada bu hamleler devam ederken, Türkiye her anlamda dış ilişkilerinde de bir ''normalleşme'' politikasına başlamıştı. Ermenistan, Yunanistan (Kıbrıs), Suriye ile yapılan diplomasi trafiği, Yunanistan ile EURO 2008'e ortak aday olma dosyası ile sürdü, Ermenistan'la da oynanan futbol müsabakasında Abdullah Gül ve Sarkisyan oturup maç izlerken, tribünlerden beyaz güvercinler uçurulduğunda, futbol diplomasisi Türkiye'nin ve Erdoğan'ın Avrupa gazetelerinde bir kez daha övülmesine sebep olmuştu. Aynı şekilde Fenerbahçe de Erdoğan'ın isteğiyle Suriye'de özel bir maç yaptı, Esad ve Erdoğan maçı protokolde birlikte izledi. İsrail'le ilişkiler güçlenerek devam etti. Batı için her şey iyi gidiyordu, tek bir problemle: Erdoğan, anayasayı değiştirmek ve yeni bir sistem getirmek istiyordu. 2009-2011 arası, Erdoğan üçüncü başbakanlık dönemini yaşayacakken yazılan tüm yazılarda, Erdoğan'ın Arap Dünyası için oynadığı kritik rol övülürken, aynı zamanda da anayasayı değiştirmeye çalışmaması, parlamenter sistemde de iyi gittiği şeklindeki yorumlar göze çarpıyor; o dönemdeki ''gazetelerin içeri atılması'', ''Kürtlerin yaşadığı illerdeki hak ihlâlleri'' o kadar da mühim değil gibi. 27 Haziran 2011'de TIME'da yazılan ve ''Prime Minister Erdogan: Turkey's Man of the People'' isimli makale, övgülerle başlayıp şu sözlerle sona eriyor: ''But if he makes civil rights and individual liberty the focus, he may be remembered as the man who brought Turkey into its next stage of development on its own terms. Either way, the eyes of the world will be on him'' (Ama eğer şahsî özgürlükleri ve sivil haklara odaklanırsa, Türkiye'yi gelişmişliğin bir üst ligine taşıyan adam olarak hatırlanabilir; aksi halde, dünyanın gözü onun üzerinde olacak).


b) Erdoğan'ın Düşüşü

Malum vaziyete doğru gidişin başladığı noktayı, Mavi Marmara Olayı olarak saptayabiliriz. 2010'da gerçekleşen bu müdahale, Batı'nın son derece değer verdiği İsrail-Türkiye ilişkilerini zedelemiş ve Batıyı ilk defa, Erdoğan'ın ''İslâmcı damarı''nın hala aktif olup olmadığı konusunda endişeye sevk etmişti. Batı'nın kuşkularında haksız olmadığı, 2011 patlak veren Suriye İç Savaşı sonrasında ortaya çıkacaktı. Zira Türkiye; Libya, Suriye, İran ekseninde oldukça aktif bir dış politika izledi ve ABD'nin temel Orta Doğu dış politikasını destekleyecek hamlelere mâni oldu. Arap Baharı denen olaylar silsilesi, ABD'nin eski Sovyet peyki ülkeleri Rus etkisinden çıkararak kendisine pazar haline getirmekti. Üçüncü Dünya diktatörleri olan Mübarek, Kaddafi, Esad, Zeynel Abidin gibi liderler tasfiye edilecek ve Orta Doğu'ya Türkiye'yi model alacak yeni birer ''Ilımlı, Batıcı İslâm'' dalgası saracaktı. Bunun ilk adımı eski bir Fransız sömürgesi olan, bu sebeple şedid bir laiklik anlayışına sahip olan Tunus'ta yaşandı. Bir İslâmcı olan Raşid Gannuşi, NAHDA hareketiyle seçimlerden galip olarak çıktı. Türkiye ve Brezilya, İran'a olan ambargonun kaldırılması için arabuluculuk yaparken, Libya'daki post-Kaddafi sonrası dönemin temelleri İstanbul'da, Davutoğlu başkanlığındaki ''Libya Temas Grubu'' ile atıldı. Fakat Katar-Türkiye-Mısır (Mursi döneminde) tarafından desteklenen Müslüman Kardeşler bloğu ile NATO'nun desteklediği General Halife Hafter bloğu seçim sonuçları sebebiyle ters düştüğünde, seçimle oluşturulan parlamentoların meşruluğu konusunda iki ayrı bölgede iki ayrı meşru olduğu iddiasındaki hükûmet ortaya çıktı: Tobruk ve Trablus (Bugün aralarındaki iç savaş halen sürüyor). Müslüman Kardeşlerin arkasındaki Türkiye, kendisine bağlı bir Libya oluşturmak isterken Batı'nın Suriye'de sonuçlanmayan savaştan ürkmesi, IŞİD'in ortaya çıkması, ''Ilımlı İslâm'' ve Erdoğan konusunda şüphelerin artmasına sebep olarak Müslüman Kardeşler'e olan desteğin çekilmesine sebep oldu. Mısır'da seçimi kazanan Muhammed Mursi, ABD/NATO destekli bir darbeyle görevinden uzaklaştırıldı ve hapse atıldı. Batı, Suriye'deki iç savaştaki yegâne seküler güç olan YPG'nin güçlenmesini istediğinden ÖSO'ya destek veren Türkiye yalnızlaştı. Tunus'ta da Gannuşi hareketine karşı bir blok kuruldu ve NAHDA iktidarını yakın dönemde kaybederek muhalefet partisi konumuna geldi. Müslüman Kardeşler'in terörist bir örgüt olarak kabul edilmesi, Erdoğan'ın ve Türkiye'nin bahsedilen ''İslâmî Model'' olmak için seçtiği müttefikinin yanlış olduğunu ifade ediyordu. Fakat Türkiye, politikasını değiştirmedi; bilakis darbeyle uzaklaştırılan Mursi'yi desteklemeyi sürdürerek, Mısır/Libya ile ilişkilerini en alt düzeye çekti.

Bu dönemde Türkiye'de Gezi Parkı Protestoları, Cemaat güdümlü yolsuzluk davaları patladı. Erdoğan, Batı desteğiyle hep politikaya atılmasına müsaade ettiği, çözüm süreciyle HDP'yi kurmasına izin verdiği Kürt hareketi, bilhassa Selahaddin Demirtaş tarafından ihanete uğradı ve Demirtaş, tüm politikasını ''anti Erdoğanizm'' üzerine kurarak seçimlerde hatrı sayılır bir başarı elde etti. Erdoğan, dış politikada izlediği ''İslâmist'' adımlar, iç politikada da Batı'nın Türkiye'yi terbiye etmek için kullandığı Kürt meselesinin üzerine gidince, Batı ''post Erdoğan'' dönemi için hazırlanmaya başladı. Gezi Parkı Protestoları sırasında Erdoğan ''Faiz lobisi'' gibi söylemlerle zaten AB/Batı karşıtı Millî Görüş üslûbuna dönmüştü; bu da Batı'nın artık Erdoğan'la olmayacağı hissine kapılmasına sebep oldu. Bir de Batı'nın truva atı olan tüm NATO karargâh irtibatını elinde tutan FETÖ'cü grubu tasfiye etmeye kalkınca, Erdoğan Batı medyasının biricik adamı haline geldi. Zira Gülen'ci subaylar, orduda 28 Şubat'tan itibaren bilinçli olarak üslenmesine göz yumulmuş bir gruptur, ABD tarafından yönlendirilen NATO'cu üst düzey subaylar, buna bilerek ve isteyerek göz yummuşlardır. 



Erdoğan döneminde de devam eden bu politikanın 2013-14'te durması, Batıyı fevkalâde rahatsız etmiştir. O gün bugündür, Batı medyası aynı Saddam gibi Erdoğan'ı şeytanlaştırıyor. 

Evet, bugün Erdoğan, Batı medyasının ve Batı'nın bir numaralı düşmanıdır; ama diktatör olduğu, otokratik temayülleri bulunduğu için değil. Batı, Erdoğan'ın yerine bambaşka bir proje geliştirdiği ve onun vadesini doldurduğu için. Fakat Erdoğan, rolünü ve kendisine biçilen konumu kabullenmemiş ve bir ''oyun kurucu'' olmak istemiş, bilinçli bir şekilde üçüncü başbakanlık dönemiyle birlikte dış politikada kendi ajandasını takip etmiştir. Avrupa'dan sezinlediği saldırılara karşılık, çözüm sürecini ve Batı tarafından terbiye amaçlı kullanılan ''Kürt Sopası''nın kaynağına inerek onu ezme gayesi gütmüştür. Bugün de, Türkiye Batı'yla ilişkilerini koparmak üzere. Zira kendisine biçilen gömlek, ona sığmadı. 15 Temmuz'da ''demokrasi sevdalısı'' Batı da son kurşununu atarak demokratik usûllerle seçilmiş bir yönetimi göndermeye çalıştı.

Bildiğim bir şey varsa, o da Erdoğan'ın müthiş inatçı bir insan olduğu ve Batıyı buna pişman edeceğidir. Öyle veya böyle...

5 yorum:

  1. Selamün aleyküm.Hepsini okudum müsade varsa bir-iki sualim ve ricam olacak.
    1)Erdoğan'ın yerine düşündükleri sistem/şahıs kimdi Batı'nın?Sırf bu yüzden mi Erdoğan bu adamlara sırt döndü yoksa hakikaten toplumu için iyi niyetler besliyor mu?
    2)Gezi Parkı olayları gerçekten o an mı alevlendi yoksa bir kışkırtma eseri midir?
    3)Batı'nın CHP ve HDP üzerindeki etkileri nelerdir?Mesela Selahaddin Demirtaş'ın çözüm sürecini bozmasına nasıl izin verdiler?Baskılayamadılar mı hizaya gelmesi için?Ya da FETÖ ve CHP ilişkileri nasıl/nasıldır?
    4)ÖSO'yu kim kurdu Türkiye mi ABD mi?
    İleriki yazılarında İran devrimi,IŞID'in tarihçesi Batı için önemi nedir onlar mı kurmuştur anlatırsan çok sevinirim.

    YanıtlaSil
  2. Aleykümselam,

    1) Batı'nın Türkiye için şuan belirli bir planı olduğunu zannetmiyorum. Amaçları Erdoğan'ın gitmesi şuanda. Aynı Saddam'ı gönderirken olduğu gibi, belirli bir maksadları yok. Bu amaçla Erdoğan'ı zayıflatabilecek eşhası öne çıkartıyorlar. Birincisi Selahaddin Demirtaş'tı. Çünkü Kürdler de muhafazakâr bir halktır, fakat PKK/PYD/YPG, bunlar hep laik, Markist, seküler hareketlerdir. Bu amaçla Demirtaş onlar için kullanışlı olabilirdi; genç, yakışıklı, saz falan çalıyor, üstelik seküler. Fakat Türkiye'de yükselen HDP karşıtı hareket ve PKK eylemleri onların bu düşüncesini boşa çıkardı. Şimdi de muhafazakâr cenahın içerisinden bir Meral Akşener'i buldular. Akşener'in FETÖ ile yakın bağları olduğu zaten aşikâr bir şey. Geçen günlerde de zaten Financial Times'ta Meral Akşener'in milliyetçi oyları alarak Erdoğan'a karşı çıkabilecek yegâne isim olduğu anlatılan bir makale yazıldı (https://www.ft.com/content/7228e7c2-0e2d-11e7-a88c-50ba212dce4d). Bence şuan kare asları Akşener.

    2) Gezi Parkı hadiseleri iktidarın hatalı tutumu ve polis şiddeti yüzünden çıkmıştır. Ne yazık ki o dönemin İstanbul valisi ve yerel bürokratları, emniyet amirleri beceriksiz ve liyakatsiz insanlardı. Türkiye'de her daim polis şiddeti mevcuddur, fakat o dönemde hakikaten abartılmıştı. İnsanlar da kızmıştı haliyle. Gezi, daha sonradan uluslararası bir kliğin ajanlarıyla fink attığı bir cazibe merkezi oldu ve Erdoğan aleyhinde Batı tarafından istismar edildi, orası ayrı. Fakat insanların kendilerinin dövülmesine reaksiyon vermesi gayet normal bir şeydir.

    3) Bu çok çetrefilli bir sual. Orasını bilemiyorum.

    4) ÖSO bir çatı örgüt. Aslında böyle bir şey var mı yok mu o dahi belli değil. Bu örgütü kuranlar, Esad'ın ordusundan dışlanmış Sünnî subaylardı. Esad'ın ordusundaki rütbelilerin hemen hepsi Nusayrî'dir. Bilhassa istihbarat kurumları, Esad'ın hassa tugayları olan mekanize/zırhlı tümenlerin komutanları, havacılar vesaire, bunların hepsinin generalleri Nusayrî'dir. Yükselemeyenler Esad'a karşı bu çatı örgütü kurdular. Fakat dediğim gibi, bu örgütün sahada bir gerçekliği yok. Çünkü ÖSO, Suriyeliler tarafından ABD beslemesi olarak görüldü. ABD, seçtiği ve kurduğu ''demokratik Suriye için'' savaşan, motivasyonu düşük olduğu için çabuk dağılan güçlere TOW, Grad füzesi falan verdi. Meselâ Hazmm Movement vardı. Bunlar demokrasiyi falan savunuyorlardı. Mevcudları da çok azdı. Bir süre sonra başka muhalif gruplardan baskın yediler ve üyeleri ya öldürüldü ya da başka gruplara katıldı. Bugün Suriye'de etkin olan grup selefî/cihadist hareketlerdir. ABD bunlara destek vermiyor, bilakis IŞİD'den daha fazla bunlara sorti yapıyor koalisyon uçakları. Bunlar son dönemde İdlib'de HTŞ adıyla birleştiler, ellerindeki tüm mühimmat Hazzm Hareketi gibi ABD beslemesi gruplardan kalmadır, yoksa kimse onlara silah vermiyor. Türkiye'nin proxy'si ise Ahraru'ş Şam. O da sonradan ikiye bölündü. Daha radikal kanadı Fırat Kalkanı'na katılmadı. ÖSO bileşenlerine bağlı olanları ise katıldılar. HTŞ'nin ardından Suriye'deki en büyük kuvvet. Arada sırada HTŞ ile çatışırlar. Bir de Türkiye'ye yakın Türkmen grupları var. Türkiye HTŞ ile çalışmıyor, daha ılımlılar ile çalışıyor.

    Yazmayı düşündüğüm çok şey var. O tür yazılara sıra gelir mi bilmiyorum. İnşallah muvaffak olurum. Gayret bizden, tevfik Allah'tan.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eyvallah çok saolasın Allah kolaylık versin.

      Sil
  3. elinize sağlık. öncelikle buraya yazmamın sebebi farklı görüşlerde aklı başında olan birileriyle fikir alışverişi yapabilmek.

    bir liberal olarak haliyle ister komünizm, ister dini bir yönetim olsun dayatmalara karşıyım. ancak Erdoğan'ın birçok özelliğini takdir etmesem de kendisinin akıbeti hakkında verilecek kararın ne olursa olsun kendi içimizde verilmesi taraftarıyım. ister milli görüşçü, ister Kemalist olun (zıt kutuplar olsa da biliyorsunuz Erbakan'ın dahi mustafa Kemal'in dış politika görüşüne methiyeler düzdüğü konuşmalarını dinlemişsinizdir.) Türkiye'nin kaderini bu toprakların insanları belirlemelidir.

    Erdoğan'ın zamanında Batı'nın işine gelip şu an pek gelmediği aşikar, ancak bu durumda günümüzde gene tersine dönmeye başladı. (ben bunun Erdoğan'ın zeki bir taktiği olduğunu düşünüyorum, sürekli farklı söylemler vererek en değerli şey olan "zaman"ı kazanıyor.) batı da ne yapacağını kestiremiyor. onları bu kararsızlığa itmek ve bu esnada zamandan istifade etmek bence zekice bir hareket.

    kaderimizi batının belirlemesi yerine Erdoğan ile kendi kaderimizi belirlemeyi tercih ederim. ancak eskiden merkez ile siyasi kanatlar çatışırken, şimdi halk kendi içinde çok farklılaşmaya başladı. bu büyük bir tehlike. ve altında bizim fark edemediğimiz bir plan var.

    batının derdi sekülerlik değil; İslamcı ülkeleri kullanabiliyorlar. (örnekleri de vermişsiniz zaten.) islam ülkesi olup tam seküler olmasını da istemiyorlar çünkü o zaman da diğer islam ülkelerine örnek olamaz, itici olur. katı islam modelinde ise ellerinden kaçırırlar. batı fetö gibi İslamcı gözüküp batı tasması takılı tipler istiyordu. şimdi bunu başaramayınca, bu başarısızlık ardından kendi kendine otomatik gelişmeye başlayan b planı kaos yöntemine doğru itildiğimizi görüyorum. ülkeyi dinci-dinsiz diye karşı karşıya getirmek büyük kitleleri çatıştırmak demek. mesela 20 sene önce kitleler arasında bu kadar nefret yoktu. şu an ise İslamcılar sekülerlere çekici gelmekten uzaklar, sekülelerler de İslamcıları hoşgörülü tutabilecek davranışlardan çok uzaklar.

    Luther dönemi (aslında ondan sonra gelişen dönem) gibi bir dönemin yakın zamanda islam dünyasında olması beklenemez. zaten geçiş dönemi kaos olur ancak o dönemin fırınlanmış hali tüm islam dünyasının işine gelebilir. (hiçbir güruh veya baş tarafından yönetilmeyen, vicdana bırakılan bir islam modeli.) ancak bunun gerçekleşmesi çok zor çünkü birçok yoruma göre bu İslam'ın kendisine ters. (ki siz de öyle düşünüyor olabilirsiniz.)sekülerlerin İslamcıları olduğu gibi kabul etmesi de mümkün değil çünkü hayatların tehdit olarak görüyorlar ve İslamcılar da onların yaşam tarzını İslam'a tehdit olarak görüyor. bu kutuplaşmalar her gün daha da deşiliyor. bunun sonunun iyi olması mümkün değil. teorik olarak iki tarafın birlikte yaşaması mümkün değil gibi gözükse de tarih boyunca uzun dönemler yaşadılar.

    bu çatışmaların çıkmaması için Erdoğan'ın birleştirici olabilmesi gerekiyordu ancak bazen akılcı davranamıyor. (veya danışmanları başarısız.) Erdoğan, 2013'te gezi döneminde insanların şiddete karşı ayaklanması politik amaçlara kurban edilmeden önce ortaya çıkıp gençleri kucaklasaydı şu an farklı bir Türkiye'de konuşuyor olabilirdik. ne olursa olsun Erdoğan içten içe sekülerler tarafından zaman zaman eğlenceli ve cana yakın bulunan bir adam ancak bazen inanılmaz değişimler gösteriyor.

    bu durumda sorularım şunlar:
    1) erdoğan'ın olası bir çatışmayı engellemesi gerekirken ve bunu aslında kolayca yapabilecekken (hem batıya gözdağı verip, hem de halkın iki kesimini bir arada tutabilir-di-) sizce neden bunları yapamıyor?
    2) erdoğan'ın yapacakları ve yapamayacaklarından bağımsız olarak olası iç çatışma nasıl önlenir? nasıl orta nokta bulunur (kendi zıt kutbunuzla olarak hayal edin)?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba Onur Bey,

      Öncelikle sizi Erdoğan'ın şahsındaki objektif ve millî tutumunuz sebebiyle tebrik ederim.

      Bana kalırsa, Müslümanlar ve seküler tayfa arasında çok büyük bir yaşam tarzı ayrımı yok bu ülkede. Toplumun bize fazlasıyla bölünmüş olarak görünmesi bir yönüyle doğru olsa da bir yönüyle de sadece hayal. Sosyal medya, Ekşi Sözlük gibi insanların kendilerini rahatlatmak için girdikleri ve aslen bir ''hate culture''ın taşıyıcısı olan mecralardan yola çıkarak böyle tespitler yapmak doğru değil. Zira sosyal medya fake, kullanıcıları fake, belki bunlar hakiki insanlar ve gerçekten de böyle düşünüyorlar, fakat bunları reelde söyleyebilecek/yapabilecek cesaretleri olmadığı müddetçe ortada hiçbir şey yok demektir, böyle bir şey kolay kolay vuku bulmayacaktır. Sosyal medya biri bin ediyor. Dolayısıyla bir iç savaş ihtimali bana her zaman uzak geliyor, zira Ekşi dediğiniz yer, herkesin milleti asıp kestiği, devran döndüğünde öç alacağı, dar ağacına asacağı bir yer iken, telefon numarası verildiğinde herkesin vınladığı da bir mekândır. Kimse kendini kolay kolay riske atmaz, ancak sanaldan söver. Sanaldan da iç savaş çıktığı henüz vaki değildir.

      Luther, Hıristiyan reformu vesaire, bunlarla İslâm'ın alâkası yoktur; bu iki din birbirinden tamamen farklıdır. Zaten Luther döneminde yaşanan reformun altında dinî olmaktan çok siyasî ve iktisadî etmenler vardır. İslâm tarihinde din, bir iktidar aracı olarak kurumsallaşmadığı için (kilise gibi), Avrupalının siyasî bir dönüşüm olarak gerçekleştirdiği reform, buralarda gerçekleşmemiştir. Belki bir ara yazarım bunun üzerine, güzel bir mevzudur.

      Ben bu topraklarda bu iki düşman kardeşin, farklı mahallelerde yaşayabileceğini düşünenlerdenim; fakat birisi berikine itaat etmek kaydıyla. Bu vakte kadar Müslümanlar itaat edendi, şuanda bu değişmek üzere. Çünkü insan aklından ziyade hissiyle hareket eder; temel güdüsü düşmanını ezmektir, zira ancak böyle hayatta kalabilir. Erdoğan, bu hakikati iyi kavramış bir lider, hiçbir zaman düşmanına zeytin dalı uzatmayacaktır, her zaman toplumsal fay hatlarını kaşıyacak; Erdoğan'ı Erdoğan yapan da bu zaten. Erdoğan eğitimli biri mi? Hayır. Kültürlü mü, zevk sahibi mi, klas mı, elit mi, ekonomik olarak ayrıcalıklı bir sınıftan mı geliyor? Bunların hangisinin yanıtı evettir? Hiçbirinin. Erdoğan'ı Erdoğan yapan şey, taraftarlarının bundan yüz yıl evvel gasp edilen haklarını, yalvarmadan, döve döve almasını bilmesidir. Bu topraklarda rica ile minnet ile kimse kimseye bir şey vermez; gücün olur, alırsın. Dolayısıyla hayatın sillesini yakînen görmüş, Millî Görüş'ün kavgacı atmosferinde pişmiş bir Erdoğan'dan değişmesini beklemek manasız. O hiçbir zaman herkesi kucaklayamaz, istese de olmaz, bunu yapsa da zaten seçilemez.

      İç çatışma nasıl önlenir, kimsenin damarına basmayarak. Burada zaten Müslümanlar bir iki istisna haricinde duyarlı. Seküler tayfa ise tamamen leş. Siyasî ve kamusal alanda tamamen ezilmelerinin rövanşını insanların damarına basarak almaya çalışıyorlar. Bunlar olmazsa, hiçbir çatışma da yaşanmaz. Çünkü kimse kendisini riske atmaz, doğanın en temel kanunu.

      Sil