27 Mart 2017 Pazartesi

Osmanlıları Sevmek Müslümanlar İçin Dinî Bir Vazifedir

Hüzün ve ümidi aynı anda taşıyan bir fotoğraf: Osmanlı subayları, Filistin'de dua ediyor.

Şahsım adına, muhatabımın cehennemde itikadî sapıklığından ötürü ceza görmeyecek olan yegâne fırkaya, yani Ehl-i Sünnet'e tâbi olup olmadığını anlamak için sorduğum suâllerden biri, ''Osmanlıları sever misin?'' sorusudur. Zira Vehhâbîler bu suâle, ''Osmanlılar iyiydi, güzeldi ama bir sûfi devleti idi, tasavvufla iştigal ettikleri için itikadleri bozuktu. Bu sebepten ötürü de nihayetinde yıkıldılar'' derler, sanki El Kaide'den IŞİD'e kadar kurdukları onlarca terörist örgütle zaferden zafere koşmuşlar da, dünyaya bir katkıda bulunmuşlar gibi...

Şiîler, Nusayrîler veya Aleviler bu suâle, ''Osmanlılar bize çok zulmetti, Ehl-i Beyt'e düşman idiler'' diye yanıt verirler; hâlbuki Osmanlıların soyu, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer vasıtasıyla, farklı cihetlerden Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a kadar varır. Bir insan kendi kendisine, kendi ailesine veya kendi evlâdına düşmanlık eder mi? Elbette ki etmez. Fakat Şiîlere göre Ehl-i Beyt olma hakkı sadece kendilerine ait olduğundan, böyle bir inceliği anlamalarını beklemek boşunadır.

İtikadı bozuk, dinî anlamda lakayd olan veya ''Tengrici'' takılan Türkçüler ise mezkûr soruya, ''Osmanlılar Türklükten uzaklaşmıştır, Türklere makam ve mevki vermemiş, devşirmeleri korumuş kollamış, Anadolu'daki Türkmenlere zulmetmiş, ancak sefer zamanı asker olarak ondan faydalanmıştır'' şeklindeki bir yanıtla mukabele ederler. Tabiatıyla, ''Türklükten uzaklaşmayan'' Türk devletlerinin ortalama ömrünün 100 yılı dahi bulmadığını gözardı etmişlerdir. Lakin Osmanlılar ilmiye teşkilatını tamamen Türklerden oluşturmuş bir devlettir. Bürokraside devşirmelerden yaptığı tercih, tamamen siyasîdir; çünkü arkasındaki nüfuzlu ailesi olan bir Türk büyüğündense, kimsesiz bir devşirmenin sadrazam olması, padişahın işine gelir. Zira kellesini almak icâb ettiğinde, ona karşı bir hareket olmaz, sadrazamın kimsesi yoktur. Yani meselenin Türklükle bir ilgisi yoktur, bugün Anadolu'daki bir Türk, Türk olduğunun farkındaysa, bu Türk-İslâm ananelerine göre idare edilen Osmanlılar sayesindedir. Öyle ki, bugün Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa geçmiş Türkî kavimlerin hemen hiçbiri, Türk olduğunu bilmez; geçmişini, dilini ve âdetlerini unutmuştur. Osmanlı idaresindeki hiçbir kavim; Boşnaklar, Çerkesler, Farısîler, Arablar, Bulgarlar, Yunanlılar vesaire ise geçmişini unutmamıştır, zira İslâm kavmî bağlılıklara tolerans gösterir. Türkler ise zaten hâkim millet olduğundan, böyle bir tehlike baş göstermemiştir bile. Osmanlılar Türkleri en çok koruyan Türk devletidir ki, bu sebepten ötürü ordusunu profesyonel devşirmelerden kurmuş, Türk ahalisi bol mıntıkaları, çiftçileri ve tımar sahiplerini sürekli orduya almamıştır. Fakat Osmanlılar, Anadolu'da düzeni ve nizamı bozan, göçebe yaşadığından ötürü toplayıcılıkla geçinen, asayiş olaylarına ve katliamlara yol açan çeşitli topluluklara göz açtırmadığından, ne hikmetse Türk düşmanı oluvermişlerdir. Zira bu toplulukların ekserisi, Türkmen kökenlidir. Tengrici Türkçülere göre eğer mevzubahis Türk kökenli topluluklar ise, onların oğlan kaldırıp dağa kaçırmaları, göçebe yaşadıklarından ötürü köylüleri öldürdükten sonra mahsullerini almaları hoşgörüyle karşılanmalıdır. Fakat bugün, Güneydoğu'da kaçak elektrik kullanan Kürtlere karşı ise amansız olunmalıdır. Böyle saçmalıklara ne yazık ki Kemalist rejim pirim vermiştir. Türklüğü 600 sene yaşatan Osmanlılar ''Türk düşmanı'', ömrü düvel-i muazzama devletlerinin kapısında Fransızca mektup taşımakla geçmiş İttihâdcılar ise ''Büyük Türkçü'' oluvermiştir.

İşte, taife taife bu suâle sapık toplumlar böyle yanıt verir. Osmanlıları sevenler ise ister Kürt, Türk, Boşnak veya Çerkes olsun, bu hanedanın kendilerine yaptıkları iyilikleri unutmayan, dine olan büyük hizmetlerini övenlerdir. Şu bir gerçektir ki, Osmanlıları sevmeyenlerin, onlara küfür edenlerin dininden, imanından şüpheye düşülür. En azından, ''Demek ki dinini de, tarihini de iyi bilmiyor'' diye düşünülür. Zira bir Ehl-i Sünnet bir Müslüman, büyük âlimler, askerler yetiştirmiş, nice kavmi İslâm etmiş bu devlete ve hanedana kötü gözle bakamaz. Bakanlar, işte yukarıdakiler gibilerdir: Vehhâbîler, Şiîler, Tengrici Türkçüler, Kemalistler, Marksistler, PKK'lı Kürtler... Bir Müslüman, bu ihanet şebekeleri arasında anılmaktan korkmalıdır.


Osmanlıları Niçin Sevmeliyiz?
''Efendi hazretleri bir keresinde Osmanlıların hizmetlerini anlattılar. 'Osmanlı sultanları dine hizmette Tabiîne yetişir mi?' diye suâl edildi. 'Daha çoktur!' buyurdular'' (Abdülhâkim Arvâsî Hazretlerinin Osmanlı Hanedanı hakındaki mütalaası)
''İslâmiyet'in iki hâmisi vardı, Osmanlılar zahirini, Nakşî büyükleri de batınını muhafaza ettiler. Onun için bazıları bu ikisine düşmandır'' (Yani Osmanlılara düşmanlık, İslâmiyet'e olan düşmanlığın bir tezahürüdür, manasına geliyor. Abdülhâkîm Arvâsî Hazretleri
''İnne aslaha'd-düveli ba'de's-sahâbeti ed-Devlet'ül Osmaniyye, Ve lâ inkırazâ ilâ yevmi'l-hatmi ve'l kıyâme'' (Sahabeden sonraki en salih devlet Osmanlı Devletidir ve kıyamete değin yıkılmaz, Muhyiddin Arabî Hazretlerinin keşfi)
Osmanlılar, dinin direği idiler. Siyonizmin önündeki yegâne mânia idiler. Osmanlıların yıkılmasının ardından İslâm dininde reform tantanalarının ortaya çıkması, İsrail'in kurulması, bir tesadüf değildir. O gün bugündür Müslümanlar halifelikten de mahrumdur, bir dünya gücü olmaktan da. Osmanlılar yıkıldığında, İslâm dini de ayağa düştü. Bu hanedan sayesinde çok kavim Müslüman oldu: Çerkesler, Boşnaklar, Kürdler, Arnavudlar, Gürcüler, Pomaklar, Abazalar, Lazlar... Hilafeti Memluk esaretinde ruhânî bir mevkiye sıkışmış bulunan Abbasîlerden alıp, tekrar Raşid Halifeler devrindeki gibi icrâî bir selâhiyetle bütünleştirip, ihyâ edenler, yine Osmanlılardır, bu sayede yüzlerce sene kutsal şehirlere hizmet etmekle şereflendiler, Halife unvanını taşıyıp Müslümanlara yardım ettiler; Portekizlilere karşı Açelilere destek için donanma gönderdiler. Osmanlılar dünyada yaşadıkça, Müslümanlar zaferden ümitsiz değildi. Selefîlerle ve Şiîlerle mücadele edip Anadolu'yu bedevî İslâm'ından ve Farslı istilasından koruyanlar da yine Osmanlılar idi.

Bu hanedan, mütevazı yaşamıştır; örneğin İstanbul'a yapılan ''saray''lar, Habsburg monarşisinin yaptırdığı sarayların yanında, kuş yuvası kalır. Padişahların, halklarına olan bağlılıkları meşhurdur. I. Abdülhâmid, kaybedilen bir savaşın ardından mıntıkanın düşüp, Müslüman ahalinin katli haberini aldığında, üzüntüden inme geçirip vefat etti. Lakin o dönemde Avrupalı aristokratlar, bir savaşın kaybını, ellerindeki fincanları titretmeden alır ve cephe gerisinden saraylarına dönerlerdi. Napoelon'a kadar bu Avrupa'da böyledir.

Viyana'daki meşhur Schönbrunn Sarayı. Habsburg'ların yazlık sarayıdır.

Hep yeyip içmiş, halkına hiçbir şey yedirmemiş Osmanlı padişahlarının yazlık ''saray''ı hüviyetini taşıyan, Beylerbeyi Sarayı. Beylerbeyi Sarayı, Osmanoğullarının lüks saraylarındandır. Feriye Köşkü gibi yapılara ismen dahi ''Saray'' demek abes olur.

Osmanlı hanedanı, sülale-i tahire'den, yani Hazret-i Peygamberin soyundandır. Çelebi Sultan Mehmed'in annesi Devletşâh Hatun vasıtasıyla, Hazret-i Mevlânâ'ya bağlanır. Mevlânâ'nın ise Hazret-i Ebubekir'in 12. kuşaktan torunu olduğu, zaten bilinen bir mevzudur. Hazret-i Peygamber'e Müslümanların beslediği muhabbet hürmetine, O'nun ailesine dahil olan Osmanlı hanedanına da bir parça cüz çıkmaz mı? Hadis-i Şerif, ''Birinin evlâdına yapılan iyilik, babaya yapılan iyiliktir'' buyuruyor. Yani, salih ve kıymetli bir baba hürmetine evlâda da muhabbet beslenir. Hak etmese dahi... Lakin Osmanlılar, sevgi ve muhabbeti en çok hak eden Müslüman hanedandır. Yetiştirdikleri din büyükleri sayesinde, bugün Ehl-i Sünnet tanınıyor ve biliniyor. İslâm'ın sadâsı Viyana kapılarına dek gittiyse, bunu yapanlar da Osmanlılardır.

Üstelik Osmanlılar, Avrupa'daki aristokratik üç beş hanedan gibi, ''kucağında devlet bulan'' hanedanlardan değildir. Bilakis, devlet kuran, işini kendi gören hanedanlardandır (Avrupa'da pek çok hanedan evlilik münasebetiyle büyük hanedanların bir şubesi haline gelir ve kimi devletleri yönetme hakkını elde eder). Hem örneğin Britanya'da, hanedanlar değişirken, bir ara ülkeyi İngilizce bilmeyen Alman asıllı bir hanedan idare ederken, Osmanlılar; Capet'ler ve Habsburg'lar ile birlikte Avrupa'nın en eski hanedanı unvanını elinde tutar. Fakat Osmanlılar, bu cihetten Capet'ler gibi büyük bir hanedanla eşit olmalarına rağmen, devlet kurma vasıflarıyla onlardan üstünlerdir. Zira Capet'lerin Birleşik Fransa'yı kurması 300 yıl sürmüş iken, Anadolu'daki Türk birliğini Osmanlılar yalnızca bir asırda kurmuşlardır.

Osmanoğulları Dünyanın En Çok Çile Çeken Hanedanıdır

Birinci Dünya Savaşı'nın ardından yalnızca Osmanlı İmparatorluğu değil; Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Rusya Çarlığı, Alman İmparatorluğu da çökmüştü. Bunların hanedanları da Osmanlılarla benzer bir süreci yaşadı. Fakat Romanoff'lar dışında, gariban Osmanoğulları kadar çile çeken olmadı. Rus Çarlığı'nın başındaki Romanoff'ları insanlıktan nasibini almamış, totaliter bir komünist idare katletti. Bunun nedeni de, Beyaz Ordu adındaki muhafazakâr Kralcı ve mukaddesatçı ordunun, insanlık düşmanı Bolşeviklerin üzerine yürümesi, kimi cephelerde onları mağlub etmesi, böylece kralın ve ailesinin esir tutulduğu Ural Dağlarına yaklaşmasıdır. Yoksa, komünistler dahi kralı öldürmek istemiyorlardı. Üstelik, Rusya ve Demir Perde ülkelerinde komünizm iğrençliği son bulduktan sonra, bu ülkelerin yönetimleri tarihlerine ve hanedanlarına itibarlarını iade etmişlerdir; bugün ise meselâ Sultan Vahidüddîn'i bu milletin evlâdı hain olarak öğrenmektedir! Bu konuda da müstakil olarak yazacağımdan emin olabilirsiniz, yalnızca bir vakit meselesi...

Ne diyorduk, evet, Romanoff'ların akıbeti böyledir. Acı bir neticedir. Fakat buna bakıp da Kemalistler gibi ''Bizim rejimimiz iyi davranmış, sürgün ile yetinmişler'' gibi bir argüman üretilmemelidir. Zira meselâ Almanya'da hüküm süren Hohenzollern ailesini ele alalım: Alman İmparatorluğu yıkılınca Kaiser Wilhelm'e tahttan feragat etmesi tebliğ edildi. Kabul etmedi; yurt dışına sürgüne gitti. Tahttan feragat etse, hükûmet dönmesine müsaade edecekti. Lakin reddetti. Fakat tahtta hak iddia etmeyen hanedan mensupları Almanya'da kaldı ve hususî mallarına dokunulmadı. İmparator, 10 sene içerisinde yurt dışında dahi olsa, şahsî mallarını ülkesinden aldı. Devlet hanedana aylık tahsisat ve maaş bağladı; çünkü ülkede yaptırdıkları onca saraya gelen turistler, yüklü miktarda para bırakıyordu. Avusturya'daki Kral Karl da benzer bir süreç yaşadı. İran'da Pehlevî darbesi Kaçar hanedanından sadece dört kişiyi sürgüne yolladı. Mısır diktatörü Nâsır, darbe yaptıktan sonra Mehmed Ali Paşa hanedanının mallarını müsadere etti fakat onların ülkeden kalmasına da müsaade etti. Belirli bir miktar tahsisat bağladı. 20. yüzyıl boyunca yıkılan Portekiz, Yunanistan, İtalya, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan gibi ülkelerin hemen hiçbirinde, hanedanın tüm mallarını birkaç günde satması istenip, bir trene doldurulup ülke dışına atılması gibi bir vak'a yaşanmamıştır; Avrupa'yı bırakın, Ruslar dışında Türkler kadar böyle iğrenç bir muameleye uğratılan başka bir hanedan olmamıştır, tüm dünya sathında; hor gördüğümüz Mısır'da, İran'da bile. Hatta Fransız Devrimi'nde, Kemalist devrimden takribî olarak 120 sene öncesinde bile, kral ve kraliçenin idamı bunların akrabaları vasıtasıyla başka devletlerden kendilerini tekrar başa çıkarmalarını istemeleri üzerine olmuştu, yoksa onlara dahi dokunulmayacaktı.

Peki Osmanoğullarına ne oldu? Bu aileye damat olmak sûretiyle girenler dahi, ''hanedandan'' olarak sayılıp ülke dışına zorla çıkartıldı. Mallarına ''birileri'' konuverdi. Küçücük çocuklar dahi bu sürgünden müstesna tutulmadıklarından Bîdar Sultan adındaki minicik yavru, daha trenle Budapeşte'ye varıldığı gün vefat etti. Açlıktan ölenler, ele güne muhtaç olmamak için didinirken hasta olup Hıristiyan mezarlığına gömülenler, parası ödenmediği için kemikleri mezarlarından çıkartılıp, foseptik çukuruna atılanlar oldu. İşte, Muhyyiddin Arabî'nin övdüğü, Peygamberin soyundan gelen bu hanedana bu muamele revâ görüldü.

Hülâsa: Osmanlıları sevmeyen, Ehl-i Sünnet Müslüman olamaz! Bu kadar hayır işlemiş bir aileyi sevmeyen, bugünkü ferdlerine, babalarına hürmeten muhabbet beslemeyen, onları kendi ülkelerinden attıktan sonra bir de ''mini etek giymelerine'' laf eden, Facebook'ta ''Hakiki Osmanlı torunları'' goygoyu çevirenler, Ehl-i Sünnet Müslüman değildirler! Kemalistten komünistliğe kadar uzanan geniş bir yelpazede, fâsıklıkla kâfirlik arasında gidip gelirler.

O sebeple, Müslümanlar tarihlerini iyi öğrenip; böyle bir hataya düşmemelidir. Osmanlıların en pespâye mensubu bile, bugünkü siyasetçilerin hemen hepsinden daha Müslüman idi. Bu hususiyetleri, devrin âlimleri arasında da kayıtlıdır. Meselâ 1640 senesinde vefat eden büyük İslâm âlimi Abdülgânî en-Nâblusî, ''Yeryüzünü salih kullarıma miras bırakırım!'' mealindeki Enbiya Sûresinin 105. ayet-i kerimesini tefsir ederken, bu ayetin Osmanlı sultanlarını övdüğünü bildirmektedir. Bugün, böyle bir payeye erişebilecek herhangi bir Müslüman var mıdır?

Osmanlı sultanlarından akıllı ve becerikli olanlar çıktığı kadar; vehimli, beceriksiz, zevke ve sefaya düşkün kimseler de çıkmıştır; fakat kâfiri, beynamazı, itikadı bozuk olanı çıkmamıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder