23 Ağustos 2017 Çarşamba

Neden Japonya Olamadık?

Bugün, modern Japonya, halen bir kraliyet olup, Beş Trilyon Dolara yaklaşan Gayri Safi Yurtiçi Hasılası ile Avrupa Birliği'nin topyekûn nominal GDP'si hariç bırakılırsa, dünyanın üçüncü en büyük ekonomisine sahiptir. 

Kişi başına düşen millî geliri, 40.000 Dolar civarında olup, Türkiye'nin yaklaşık dört katıdır. Elinin altında Honda, Conan, Sony, Toyota, Nissan, Toshiba, Bridgestone, Mitsibushi, Hitachi, Panasonic gibi elektronik, otomotiv gibi alanlarda faaliyet gösterip yüksek teknoloji içeren ürünler üreten onlarca şirketi vardır ve bunların hemen hepsi, dünya çapında rekabete girmekte ve uluslararası pazarda büyük yer tutmaktadır. Japonya'nın bu göz kamaştıran ekonomik durumu, Japonya'nın son iki asrına bakmamış olanlar için garip gelmeyebilir, fakat bunu yapanlar umumiyetle etkilenmeden duramazlar. 19. yüzyılın ortalarına kadar kendi başlarına bir arkebüs tüfeği dahi yapmaktan aciz olan, Avrupalılar tarafından ''kafasız, medeniyetsiz sarı ırk'' diye aşağılanan bu ada ülkesi, tam iki yüzyıl boyunca Avrupa tipinde bir devlet, bürokrasi ve ordu kurmaya çalışmış olan Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi Avrupa ile münasebetleri ve ortak tarihi çok daha fazla bulunan ülkeleri yalnızca yarım asırlık bir modernizasyon serüveniyle geçmiş, Rusları da 1905 Mançurya Savaşı'nda perişan etmişlerdir. 18. yüzyılın sonlarına dek dünyanın yuvarlak olduğuna ikna olmayan ve Konfüçyüs'çü evren modelinin ''kare dünyasına'' iman etmeye devam eden Japon halkı, 1949'da Nobel Fizik Ödülü'nü Tokyo'ya götürmeye muvaffak olmuşlardır. Bu başarının, sür'atli ve çabuk kalkınmanın ardında yatan miras nedir? Veya Japonya'yı bu denli özel kılan şey nedir; niçin Osmanlılar, Japonlardan yüzyıllarca çok daha ileri bir kültür ve medeniyet sahibi olmalarına, her daim devletleri Çin işgaline uğramış bu ada halkının karşısında kendi devletleri uzunca bir müddet Avrupa'yı askerî, ilmî ve teknik anlamda kasıp kavurmuş olmalarına rağmen geri kalmışlardır? 1875'de daha Japonya'da demiryolu veya telgraf yokken, memleketi 36.059 kilometre telgraf hattı ve 4.632 kilometre konvansiyonel demiryolu ile donatan Osmanlılar; 1895'te Yawata'da ilk millî çelik fabrikasını kuran Japonya'yı niçin izlemek durumunda kalmışlardır? Bu vaziyetin izahı kâbil midir? İşte bu yazının maksadı, okuyucuyu bu mesele hakkındaki mezkûr suâllere yanıt aramak ve bulmak. 

Hatırlanacağı üzere, evvelki yazımızda Avrupa'nın teknolojik, ilmî, iktisadî ve siyasî atılımını ekonomik temellere dayanarak çözümlemeye çalışmış ve bugünün dünyasını oluşturan Batılı kavramların icâd edilmesinin Batı tipi feodalizm olduğunu iddia etmiştik. Bu feodalizm Doğu tipinden çok farklı olduğu için, üstelik içerisinde Kilise gibi bir tahakküm aygıtı bulunduğu için, Orta Çağ'da kuvvetli merkezî idareler oluşturmuş olan İslâm İmparatorlukları ile Avrupalılar baş edememişlerdi, zira İslâm'ın toprak düzeni feodal karakterle tam bir uyum halinde idi. Lakin bu feodalizmin Avrupa'da aşılması, ''devlet'' kavramının değişmesi ve modern bürokratik bir kurum olarak devletin ortaya çıkması, kapitalist ekonominin ürettiği zenginlik ve kudret karşısında özelde Osmanlılar, genelde Doğu dünyasının feodalizmlerinin dayanamamasına, üstelik bu feodalizm sultanların lehine çalıştığı için, Avrupa'da kralların, aleyhlerine çalışan feodal unsurları tasfiye adına destekledikleri burjuva sınıfının Doğu dünyasında teşekkül edememesine yol açtı. Bu nedenle kapitalizm, özel mülkiyet, demokrasi gibi kavramlar meçhul kaldı. Avrupa'da ''modern devlet'' denilen kapitalist aygıt inşa edilirken ve modern normlara göre oldukça iyi çalışırken, böyle mekanizmalardan yoksun olan Osmanlıların sorunun ''mülk''ten (devletten) kaynaklı olduğunu uzun bir müddet anlamadı. Feodal dönemin zirvesi sayılan 16. yüzyıldaki Kanunî devrine dönmek gibi yanlış bir tedavi metodu uygulandı, bu sebeple 19. asrın başında Avrupa'nın sıcak gücü ile karşılaşmadan mesele tamamen kavranamadı. Avrupa'da modern devletin gelişimi, kilisenin hiyerarşik yapısının örnek alınması ile başladı; zira kilise bir tahakküm aygıtı olduğundan, geri kalan tüm feodal unsurlar, bir hürriyet reçetesi olarak, kiliseden daha güçlü bir devlet aygıtı inşa etmenin gerekliliğine kâni oldular. Modern bürokrasi ve politik aygıtları, tüzel kişilik gibi günümüzün başat kavramları, kiliseden alındı. Bunlar akademik konular olduğu için derinlemesine bununla alâkalı bilgiler vermeye lüzum görmüyorum.

İşte, Avrupa kendi malı olan modernleşme ve kapitalizm ile güçlenirken, İslâm'la feodal dönemde zirve yaşayan Osmanlılar, ilk başta konuyu anlamadılar. Avrupa'nın askerî zaferlerinin, onların iktisadî ve mülkî kudretlerinden kaynaklandığını fark edemediler. Yaptıkları, askerleri eğitmesi için yabancı uzman getirmek, devrin en ileri ordularından olan Fransız piyadesini taklit ederek askere Batı tipi üniforma giydirmek, yeni silahlar almak ve modern talim usûlleri uygulatmak oldu. Fakat bunlar idarî reformlarla desteklenmediği için hep akim kaldı. Osmanlılar, meseleyi tam olarak II. Mahmud döneminde anladılar; bu dönemde peş peşe girişilen idarî ve bürokratik reformların Fransızların Akka kalesi önüne gelmesinin ardından gerçekleşmesi tesadüf değildir. Bu reformlar zaten herkesin malûmudur, tafsilata gerek yok.

Niçin Japonya?

Osmanlı modernleşmesi ile mukayese edilecek olan ülkenin niçin Japonya olduğu konusunda çeşitli tereddütler dillendirilebilir veya niçin Rusya’nın ya da İran’ın burada konu edilmediği sual edilebilir. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle Japonya, aynı Osmanlı İmparatorluğu gibi, 19. yüzyılın ortalarına değin yarı-feodal ilişkilerini sürdürmüş bir ülkedir; Tokugawa dönemi Japonya’sında (1603-1867) da aynı Osmanlılar gibi bürokratik merkeziyetçilik son derece düşük bir seviyedeydi. Çeşitli mıntıkalarda farklı klanların derebeyleri hüküm sürüyor, bunlar merkezî hükûmete ancak temsilî niteliklerle bağlı kalıyorlardı. Bu açıdan bakıldığında, merkezîleşip, ‘şiddet tekeli’ni eline geçiren Rusya’dan ziyade Japonya’nın örnek olarak alınması daha uygundur. Zira Rusya, bu modernleşmeyi daha evvel ifade ettiğimiz gibi takriben yüz yıl kadar önce yaşamıştı. İkincisi, Rus modernleşmesi gitgide Asya tipinden Avrupa tipine dönüşerek, Rusya’yı Avrupa’nın bir parçası haline getirmiş, Avrupa devletler sisteminde Ortodoks Hıristiyanlığının hâmisi mertebesine yükselen Rus çarları, dinlerinden ötürü Osmanlıların uğradığı ‘kültür şoku’na maruz kalmamışlardır. Hâlbuki Japonya, tarihinde hiçbir zaman Avrupa’nın bir parçası olamayacak bir konumda bulunan basit bir ada ülkesidir. Çin’in evrensel siyasetinin parçası olarak ona defalarca bağlanmak, itaat etmek zorunda kalmış, en nihayetinde Çin kültürünü ithal etmiş ve akabinde kendisini dışarıya (Hollanda gibi istisnalar haricinde) tamamen kapatmıştır. 1853’te Amerikalı amiral Matthew C. Perry, muharip zırhlılardan müteşekkil donanmasıyla Edo (Tokyo) limanına yanaştığında, Japonya’nın idarî, askerî ve kültürel olarak uğradığı şok, Osmanlı İmparatorluğu bürokrasisinin 19. yüzyılın başında yaşadığı, ‘‘Frenk (gâvur) – Türk (mümin)’’ ayrımından vazgeçtiği ve karşısında kendisinden her açıdan daha kuvvetli bir ‘Batı medeniyeti’ olduğunu fark ettiğinde uğradığı şok ile paralellik gösterir. Rusya hiçbir zaman böyle bir şok yaşamamıştır. Japonya ise bu şok karşısında atıl kalmamış, aynı Osmanlılar gibi kapsamlı bir reform programı yürüterek yüz yıllardır tâbi olduğu Çin’i devre dışı bırakarak Asya’da bir sömürge imparatorluğu kurmaya muvaffak olmuştur. Osmanlıları geriden başlayarak geçen Japonya, bir süre sonra herkesin gıpta ettiği bir küresel güç haline gelerek 1905’te Osmanlıların yüz yıllardır korktukları Rusya’yı mağlup etmişken, Osmanlı İmparatorluğu ise bir türlü toparlanamamıştır. Bu mukayese, bu zaviyeden anlamlıdır.

Japonya'nın Modernleşme Serüveni

Japonya, Batı’nın sert gücüyle dışa açılmaya zorlanmadan önce, yarı-feodal bir ülkeydi. Ülke, shôen denilen malikâne arazilerine taksim edilmiş, bunların başına da feodal derebeyler, yani daimyo’lar geçirilmişti. Bunlar arasında sık sık iç savaşlar patlak verirdi. Bu savaşlardan muzaffer çıkan klanın lideri shogun adıyla ülkenin askerî diktatörü olurdu. Diğer daimyo’lar Shogun’a bağlı feodal vasallar haline gelirdi. Shogun’un kurduğu merkezî hükûmete bakufu adı verilirdi. Samurai denilen bir askerî-bürokratik sınıf mevcuttu. İmparator, kutsaldı; Tanrı’ya neseben bağlı olduğu iddia edilen, meşruiyeti inançtan gelen bir şahsiyetti. Fakat shogun’ların esaretinde yaşar, yetkileri yalnızca sembolik düzeyde kalırdı. 12. yüzyıldan 1867’ye kadar bu böyle olagelmiştir. 1600 senesinde Tokugawa klanı, daimyo’ların arasındaki uzun soluklu kanlı iç savaşı sona erdirerek Japon tarihinde pre-modern sayfayı açtı ve literatürde önceki feodal düzenden farkını ‘‘merkezî feodalizm’’ rütbesini alarak belli eden bir düzen kurdu (1600-1867). Bu düzene merkezî feodalizm yakıştırması yapılmasının temel nedeni, toprakların bir feodal düzen içerisinde dağılmasına rağmen, merkezî hükûmetin memurlarının denetimine (önceki rejimden farklı olarak) açık olması, üstelik bu toprakların miktarının (yine önceki sisteme göre) az olmasıdır . Bunu da fudai denilen iç beyleri, yani Tokugawa ailesine iç savaşta sadık olan daimyo’ları memuriyetlere getirerek güçlü bir denetim kuvveti yaratmakla başarmışlardır. Savaştan sonra vasallığı kabul eden eski düşman derebeylerine ise toama (dış beyler) adı verilir ve güvenilmez oldukları düşünülürdü, dolayısıyla merkezî hükûmete çalışamazlardı. Hülâsa olarak, ilk kez Tokugawa döneminde merkezî bir tür feodalizm kurulabilmişti. Bunun ardından samuray sınıfı da kendi arazilerinden koparılarak daimyo ve shogun’ların hizmetinde bulunan bir tür silahlı bürokrasi haline getirildiler. Köylülerin ve zanaatkârların silah taşınması, Tokugawa döneminde yasaklanmış ve devlet, kendi iradesini hâkim kılmak adına büyük bir adım atmıştı . 17. ve 18. yüzyıllarda gerçekleşen ‘‘tarım devrimi’’ ile mahsul son derece artmış, bu verimlilik artışıyla birlikte nüfus da yükselme eğilimine girmişti. Bu sayede eline geçen mahsulü artan köylü, yavaş yavaş bunları bir tür pazar ekonomisine dâhil etmeye başlamış ve bu sayede ticaret mesleği revaç bulmuş, tüccar sınıfı yavaş yavaş semirmişti. Bu sayede pre-modern bir yapının kurulduğu aşikârdır: pazar ekonomisi ve onun getireceği kent ortamı, devletin merkezîleşmesi, bürokrasi sınıfının samuraylardan ve eski daimyo’lardan devşirilerek oluşturulması gibi hususlar, modern devletin alâmet-i farikalarındandır. Fakat Tokugawa Şogunluğu başa geldiğinde ülkeyi dışa tamamen kapatması, bu girişimlerin akim kalması demekti. Japonya’ya 16. yüzyılda pek çok ünlü Cizvit misyoner gelmiş, İspanyol ve Portekiz’in büyük sömürge imparatorlukları kurmaya çalıştıkları bu dönemde bu ülkelerden Arkebüs tüfeği, Gregoryen takvimi, Aristo’cu evren modeli gibi çeşitli teknolojik aletler, bilimsel görüşler de getirmişlerdi . Fakat getirdikleri Hıristiyanlık dininden, samurayların sadakatini bozacağı düşüncesiyle hoşlanmayan Tokugawa Şogunu, Hıristiyanlığı yasaklamış ve ülkeyi dışa tamamen kapatmıştı. Bu noktadan sonra Japonya’nın Batı ile mücadele edecek teknik teçhizatı ve bilimsel kapasitesi olamayacağı aşikârdı. Öyle ki 1606 yılında papaz Fucan Fabian ile münakaşa eden Hayashi Razan ismindeki neo-Konfüçyüsçü filozof, evrenin yuvarlak değil, Konfüçyüs’ün belirttiği gibi kare bir yeryüzüyle onu kaplayan gök kubbeden ibaret olduğunu iddia etmişti . 

Fakat bu durumun bir istisnası vardı, o da Shogun’un tekelinde bulunan Çin ve Hollanda ticaretiydi ki, Japonya bu iki ülkeye asla kapanmadı. Hollandalı tacirlerden kitap satın alan veya beraberinde getirdikleri ilim insanlarıyla görüşen Japonlar arasında Rangaku olarak da bilinen, ‘‘Hollanda Tetkikleri’’ akımı ortaya çıktı ve 18. yüzyılda Shogun’lar Flemenkçe kitaplar basılmasına, bunların tercümesine müsaade ettiler, böylece Japonya Batı dünyasından tamamen kopmamış oldu . Yine de Amiral Perry komutasındaki filoyu gördüğünde Shogun, 1842’deki Çin ile Batı arasındaki Afyon Savaşı’nı nazara alarak karşı koymayı hiç düşünememişti, çünkü teknolojiler arasında bir uçurum vardı.

19. yüzyılda Japonya’nın dış dünyaya açılmasını için Shogun’a verilen ültimatom ve onun İmparatorun tasvibini almadan bu kapitülasyon içeren anlaşmayı parafe etmesi ile başlayan iç karışıklık, hükûmeti vatan hainliği ile suçlayan feodal beylerin ve samurayların birleşerek oluşturduğu bir anti-Tokugawa paktı neticesinde iç savaşa dönüştü. Neticede Shogun’luk müessesesi devrilerek İmparatorların yeniden kilit rol oynadığı Meiji Rejimi kuruldu. II. Mahmud dönemiyle belirli paralellikler gösteren bu dönemde; kılık ve kıyafette, ölçülerde, alfabede Batılı ıslahatlar yapılmış, bir anayasa ilan edilerek parlamento toplanmış, Batı bilimini tetkik için kurulan kurumlar birleştirilerek Tokyo’da bir üniversite açılmış, pek çok yüksekokul kurulmuş, memur istihdamı arttırılarak yönetim merkezîleştirilmişti. 1890’lara kadar ülkesinde demiryolu dahi olmayan Japonya, tarım birikiminden sanayiye ve özel sektöre devlet kanalıyla kaynak arttırarak ekonomik bir büyüme yakalamış (Dış borç alan tüccarlara 1868-72 arasında büyük cezalar getiren bir rejim olan Meiji hükûmeti, vilayetlere de genelgeler göndererek yerel idarecilerin yabancı bankalardan borç almasına mâni olmuştur. Japonya, bu sayede kapitülasyonlara karşı içeriden tarımsal destekli bir büyüme trendi yakalayabilmiştir. Bunu da en çok 1858’de Bakufu’nun imzaladığı kapitülasyonlara başkaldıran milliyetçi akımı lehine çevirmesine borçludur. Tüccarlar, devlet tarafından desteklenmiş fakat bunun karşılığında da tüccar da devletin çıkarlarını önceleyen yatırımlar yapmış, bunu millî bir vazife telakki etmiştir)  ve 1895’te Çin’i yenerek askerî bir güç haline gelmiştir. Bu muharebenin sonucunda tazminat olarak aldığı 366 milyon Yeni de Yawata’da millî bir demir çelik fabrikası kurarak harcayan hükûmet, 1899’da İngiltere’nin kapitülasyonları kaldırmasını sağlamaya da muvaffak oldu. Bunun ardından da dünya sahnesine adeta yeni bir emperyal bir güç olarak çıktı. Peki, aynı şey Osmanlılarda niçin gerçekleşemedi?

Bu suale verilen yanıtlar çeşitlidir. Meselâ Japonya’nın doğal bir ada ülkesi oluşu, bu sayede Batı’nın sert gücüyle yüzyıllar boyunca karşılaşmaması, geçmişten bugüne o adaya hasredilmiş bulunan millî bir kültüre sahip olması, Budist ve Şinto rahiplerinin Hıristiyan ruhban sınıfı veya Müslüman ulema zümresi gibi kuvvetli olmayışının getirdiği tarihî bir ‘‘laiksellik’’, dolayısıyla bilimin ve reformların önünde dinî bir engel bulunmaması, ülke nüfusunun homojen bir yapı göstermesi, haliyle içeride kolayca bir birlik haline girebilecek yeknesak bir halk kitlesine sahip olması, geçmişte de Çin uygarlığını ithal ettiği için tekrardan Batılı bir kültür ithalini kendi geleneğine aykırı bulmayışı gibi sebepler öne sürülmüştür. Japonya, Çin’e karşı her zaman zayıf bir güç olduğu için 5 ve 6. yüzyıllarda Çin medeniyetini kendi kültürüne dâhil etmek için ithal etmiş ve pek çok açıdan Çin kültürüne ve bilimine tâbi hale gelmiştir. Fakat kendisini Çin’den ayıran ‘Adalı’ kimliğini, Şinto dinini de asla unutmamış, muhafaza etmiş ve Çinlilerden ayrı bir kavim olduklarının hep ayırdında olmuşlardır. Bu sayede Japon geleneğinde birbiriyle kısmen zaman zaman çelişen, birden fazla değerler sistemiyle yaşayabilme zihniyetini doğmuştur. 19. yüzyılda Japonya’nın Batılı kültüre karşı gösterdiği esneklik, 5. yüzyılda Çin kültürüne gösterdiği esneklikten farklı değildir. Osmanlılarda böyle bir durum olmadığı için, muzaffer ve galip gelmesi gerekli olarak görülen İslâm dininin en güçlü temsilcisinin küffara mağlup olamayacağı hissinden ötürü aynı Japon modernleşmesi gibi Batılı ve Doğulu olmak üzere bir düalite içeren Tanzimat dönemi büyük bir meşruiyet krizinin içerisine düşmüş ve kemâle erememiştir. Aynı şekilde yine evrensel bir imparatorluk vizyonuna sahip olan Çin’deki Konfüçyüsçü bilge Wei Yüan’ın ikili reform programının (Çin öğretisi ahlâk için, Batı öğretisi teknik için; Chung-hsueh wei-t’i, Hsi-hsueh wei yung) 1911’de Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla terk edilerek başarısız olması da tesadüf değildir. Örneğin 18. yüzyılda dahi Shizuki Tadao adlı bilim insanı, ‘‘Şekil itibariyle dünyamız yuvarlak olup, dönmektedir; lakin erdemler itibariyle kare şeklinde olup, hareketsizdir’’ diyerek geleneksel Çin düşüncesiyle Batı bilimini tüm çelişkilerine rağmen telife çalışırken, başka kültürlerde pek rastlanılamayacak bir harekette bulunuyordu. Çelişik kültürleri bir arada yaşatma geleneği, ileride Çin âdetlerinden feragat etmeye ve Batı düşüncesine geçmeye yarayacaktı.

Kanaatimizce, bunların hepsi ehemmiyetli farklılıklardır. Fakat en önemlisi, Japon milletinin homojenliği, bu sayede Avrupa’nın baskılarından Osmanlılara göre daha azâde olmasıdır. Üstelik, Japonya bir hedefe giden yolda tüm zümreleri ile millî bir birlik haline gelirken, Osmanlı nüfusunun ve kültürünün heterojenliği buna müsaade etmemekteydi. Osmanlıların kendi iç dinamikleri nedeniyle son yüzyılı padişah ve bürokrasi çekişmesiyle geçerken, Japon hükûmetinde böyle bir şeye rastlanmamıştır. Osmanlı toplumunda dinin oynadığı rol, conservative/progressive (muhafazakâr/yenilikçi) ayrımına vücud verirken, Japonya’da böyle bir ayrım yaşam tarzıyla ve Batılı giyim tarzının kamusal alandan özel alana ne kadar taştığı ile alâkalıdır. Japonya’nın anayasal düzene geçme ve rejimi Batılılaştırma hedefi ‘‘imparatorluk idaresini güçlendirmek, Batının dayattığı kapitülasyonları onu yenerek ilga etmek’’ iken, Osmanlılarda devleti ayakta tutmak, yabancıların memleket dâhilindeki ekalliyetleri tazyik ederek toprak koparmalarına engel olmaktır. Fakat bunu yaparken de iktidar kavgası pek çok reformu akim bırakmıştır. Misal olarak bir dönem Sadrazamlık ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel başkanlığı görevini yürütmüş bulunan Said Hâlim Paşa, 1876’da tatbik mevkiine koyulan anayasanın mimarları hakkında şu satırları yazmaktadır:
(…) Aslında 1876 Anayasası, bizzat mutlakıyet idaresi memurlarının, aralarında gizlice anlaşarak tertip ettikleri bir tedbirdi. Bununla, hükümdarın istibdâdını azaltmak, onun hüküm ve nüfuzuna karşı dengeyi sağlayacak bir kuvvet meydana getirmek istiyorlardı. Çünkü devletin mukadderatının şahsî ve keyfî bir idare elinde bulunması, memleketin terakkisine mâni olan başlıca sebep sayılıyordu. O zamanki inkılâbcılarımız bu esef verici idareyi değiştirip düzeltmek için, o vakte kadar ihmal edilmiş, hattâ unutulmuş olan üçüncü bir unsurun, yani milletin işe karıştırılmasını yeterli kâfi gördüler. İşlerin gidişinin derhal değişmesi için Osmanlı milletine birtakım siyasî hak ve hürriyetlerin verilmesini, yani Batı’dan alınan fikir ve ilhamlar üzerine kurulacak olan bir anayasanın tatbik edilmesini kâfi zannettiler. Hâlbuki yenilik taraftarı olan bu nazırlar ve büyük memurlar kendi memleketlerini pek iyi tanıyorlardı. Dolayısıyla da milletin, bu anayasa ile kendilerine yüklenen vazifeleri, aradan uzun bir zaman geçmeden yerine getirmeye muktedir olamayacağını biliyorlardı. Bu yüzden milleti, bilgisi ve haberi olmadan kendisine bahşolunan siyasî hakları, çekmekte olduğu istibdâda karşı tesirli bir silah olarak kullanamayacağının da farkında idiler. O halde, 1876 senesi inkılâbcılarının takip ettikleri hareket tarzının sebep ve hikmeti ne idi? Herhâlde şu idi ki, onlar, anayasa gereği olarak kendilerine yüklenen vazifeleri milletin yerine getirmekteki aczi sayesinde, bu hak ve hürriyetlerden daha birçok seneler, milletin değil, kendilerinin istifade edeceklerine kanaat getirmiş bulunuyorlardı. Şu hâlde mutlakıyet idaresi temsilcilerinin, hürriyet taraftarı olmalarının gerçek sebebi, taşıdıkları ‘‘devletin mümessili’’ (mülkiye) sıfatına, bir de ‘‘hukukun ve halkın koruyucusu’’ (milletvekili) sıfatını ilave etmekti. Böylece hükümdara karşı milleti kendilerine âlet ediyorlardı. 
Netice Yerine

Sonuç yerine Ekşi Sözlük'te yazdığım, Japon Modernleşmesiyle Osmanlılarınkini mukayese ettiğim, hülâsa bir entry'i buraya iliştirmek isterim. Oldukça basit ve anlaşılır bir dille, akademik perspektiften uzak bir stille yazılmıştır:

Eminim ki günümüzde pek çok insan soruyor; 19. yüzyılda esasen umumî olarak üç, ülkesel bazda dört farklı modernleşme oldu. Bunlardan birincisi, şark imparatorluklarının en büyüğü Rusya İmparatorluğu idi. Deli Petro döneminde merkezîleşmiş ve bir Avrupa gücü haline gelmiş, feodal devrin en büyük gücü Osmanlıları defalarca mağlup etmişti. Napolyon'un ülkeyi işgal girişimini gördükten sonra modernleşme girişimine hız vermiş, dünyada Britanya ve Fransa'dan sonraki üçüncü büyük güç idi, fakat işlerin iyi gitmediğinin farkındaydı. ikincisi Avusturya İmparatorluğu idi. 1806'da II. Franz bu unvandan vazgeçene dek Habsburg Hanedanının monarkları, halen daha büyük Charlemagne'ın yeniden ihdâs ettiği ''Batı Roma Tacı''nın mirasçıları idiler. Yani halen eski bir devrin mümessili olmakla övünüyorlardı. Habsburg monarşisi de aynı Osmanlılar gibi çok uluslu ve kültürlü olmakla birlikte, Avrupa'ya göreli yakınlığı sayesinde teknik imkânları ve okullaşma oranında daha öndeydi. Prusya'nın henüz kudretli bir Avrupa gücü olmaktan uzak olduğu dönemlerde Rusya'dan sonra Avrupa'nın dördüncü gücü idi. Üçüncüsü, batıyla etkileşim halindeki yegâne İslâm İmparatorluğu idi, eski haşmetli günlerinden uzakta olsa da, ''düvel-i muazzama'' içindeki konumunu korumakta; total kuvvet olarak (nüfus + ekonomi + donanma + teknik imkânlar; telgraf, tren hatları, teknik okullar, subay yetiştiren kurumlar, bakanlıklar vesaire + kara ordusu) Britanya, İngiltere, Rusya, Avusturya'dan sonra Almanya, Japonya, Çin, Brezilya gibi ülkelerden önce gelen bir süper güç idi. (19. yüzyılın başından bahsettiğime dikkatinizi çekmekte beis görmüyorum, o tarihlerde Almanya birleşmemiş, Japonya dışa kapalı, Çin'in ise Avrupa'dan dayak yemesine henüz neredeyse yarım asır vardır, Brezilya gibi büyük güçler çıkarma potansiyeline sahip Latin Amerika'da ise bağımsızlık kavgası mevcuttur). Bu devletler Avrupa'nın bir numaralı güçleri olma payesini taşıyan Britanya ve Fransa'nın ekonomik ve askerî kapasitesine hayran kaldıkları için, bir modernleşme serüvenine başladılar. Avusturya, sadece belirli kurumları ithal etti ve sağlık, eğitim gibi alanlarda düzenlemeler yaptı, askerî yenilikleri takip etti ve orada durdu. Liberal Anglosakson Batı Avrupa'nın demokratik kurumlarından, meclislerinden, intihabat usullerinden (seçim) etkilenmedi. Bilakis, buna mâni olmaya çalıştı. her şekilde demokrasiden rahatsız olan bir devlet olmakla birlikte, anayasacılık ve parlamentarizm gibi ajanlardan hiç hazzetmedi. Hatta Osmanlıların Tanzimat'la girdiği garplılaşma ve güçlenme eğilimini gördüğünde başvekil Prens Metternich, ''Ananelerinizi koruyunuz, Batının kurumlarını almak size bir şey kazandırmaz'' şeklinde bir mektupla Bâb-ı Âli'yi uyarma ihtiyacı hissetti. Fakat zaten Batılı bir karakter taşıdığı ve her ne kadar çok uluslu olsa da, hükûmeti medenî bölgeleri kapsadığından merkezî nüfuz kapasitesi yüksek olduğu için, hep Osmanlılardan ileri bir güç olarak kaldı. (Osmanlılar 1897'de Arabistan'daki Yemen, Tunus gibi vilâyetleri sayamamışlardı; çünkü burada yaşayan kavimler gayrı medenî, bedevî halklardı ve yerlerinde durmuyorlardı. Osmanlı idaresi hiçbir zaman Kürt ve Arap bölgelerinde gerekli merkezî otoriteyi kuramadı. tek yapabildiği, asker sevk etmek idi). Rusya da merkezîleşmesini henüz 18. yüzyılda yaşamıştı. Nüfusu çok fazla olduğundan muharib asker çıkartma kabiliyeti fevkalâde yüksekti, üstelik sınırlarının genişliği ona doğal bir askerî/ekonomik avantaj da kazandırıyordu. O da her ne kadar Ortodoks olsa da batı karakterli olduğundan batı medeniyetine meşrûiyet krizi yaşamadan dahil olabildi. Geriye modernleşme perspektifi kısmen sancılı olacak iki şark gücü kalıyordu: Osmanlı İmparatorluğu ve Tokugawa Japonya'sı. Bunların ne dini ne de toplumsal yapısı Avrupâî idi. ikisi de merkezî değildi, kısmen feodal çağın özelliklerini taşıyorlardı. Osmanlı padişahları Ayanlarla uğraşırken, Tokugawa Şogunu da ülkesini fief'lere (shôen) bölerek, irili ufaklı onlarca aristokratik aileye (daimyo) taksim etmişti. biri Shintô, öbürü İslâm dininden idi. Tokugawa Şogunu kendi şahsî geliri olduğu için Çin ve Hollanda ticaretinden başka her türlü yabancının devletinin sınırları dahilinde dolaşmasını yasaklamıştı. Hıristiyan olmak kanun dışıydı, samurayların sadakatini bozmasından endişe ediliyordu. Osmanlılarda da mürtedler ölüm cezasıyla karşılaşıyordu. yani benzerlikler aşikârdı. dolayısıyla 1853'te Amerikalı Amiral Matthew C. Perry komutasındaki batılı güçler Tokyo limanına yanaştığında ve Şogun'a, ''ülkeyi dışa açın, yoksa hepinizi madara ederiz'' dediğinde Japonların yaşadığı kültürel/siyasî şok, Osmanlıların Napolyon'un ordusunu Mısır'da gördüğü vakit anladığı ''Batı medeniyetinin İslâm dünyasından çok daha kuvvetli olduğu'' gerçeğini müşahede ettiğinde yaşadığı şokla paralellikler taşır. 

Peki, Japon modernleşmesinin Osmanlı modernleşmesinden farkları nelerdir, hususiyetleri nelerdir; bunlara geçmeden ''modernleşme'' ile ne kast ettiğimi de açıklamam gerekiyor. 

1) Efektif, modern ve kurumsal bir devlet. Geleneksel dünyada devlet, monarkın veya hükümdarın şahsiyetine referans vererek meşrulaştırılır. Burada tafsilatına giremem. Çünkü 100 küsür sayfalık bir tez konusudur bu. Fakat bazı misaller vermekle iktifa edebilirim; meselâ Osmanlı (İslâm) kamu hukukunda, tüzel kişilik kavramı son derece meçhul bir kavramdır. Pek müspet bakılmaz. Çünkü hak, yalnızca ferdlere ait olur, kurumlara değil. Bu hukuksal anlayış siyasete de yansımıştır: padişah iyi olursa, devlet de iyi olur. Padişah adilse, devlet de adildir; zira padişah, devletin tecessüm etmiş (cisimleşmiş) halidir. Bu nedenle Osmanlı ıslahatçıları koca bir yüzyılı devletin kurumlarını düzeltmek yerine, padişaha Nasihatnâme yazarak geçirmişlerdir. tüzel kişiliğe sahip bir devletin kuruluşu, ancak 19. yüzyıl ortalarına doğru gerçekleşmiştir. Avrupa'da, Greko-Romen medeniyetinde de tüzel kişilik meçhul bir mefhum idi. Lakin Avrupa'daki kilise, tüzel kişilik kavramını ''Mystical Corporation of Jesus'' şeklinde ihdâs etmiş, kilise hukukuna giren bu kavram sonradan devlet tarafından aparılmış ve Avrupa'da modern devlet ancak böyle kurulabilmiştir. bu anlayış şudur: İsa bedenen ölmüştür. lakin fikirleri ve maneviyatı yaşamaktadır. Fikirlerini ise temsil eden kilisedir. Kilise, onun ruhânî vücududur ve bakidir. Kilisede mündemiç bulunan bu ruhânî vücut, aynı zamanda organik bir cemaat arz eden kilise ahalisinin de manevî vücududur. Yani kendisi İsa'nın manevî vücudu olan kilise, bizatihi olarak kilise cemaatinin de mistik vücuduna dönüşür. Bu da tüzel kişilik kavramını yaygınlaştırır ve devletlerin onu aparmasına olanak tanır. Osmanlılarda bu kavramın olmadığını anlatan en temel misal, bürokrasiye kalemiye denmesidir. Lakin ilerleyen safhalarda bunlara Arapça ''devleti bekleyen'' manasına gelen ''mülkiye'' denilecektir. Zira artık devlet kurumsallaşmış, padişahtan ayrı bir varlığa (tüzel kişiliğe) sahip olmuştur. 

2) Özerk, monarkın şahsından bağımsız, yeterli sayıya sahip, profesyonel bir bürokrasi ağı. Devletin nüfuzunu yayabilmesi için gerekli şartlardan bir tanesi de budur. 

3) Askerliğin bir ilim icâbı olarak ele alınması ve profesyonel subaylığa geçilmesi. Osmanlılarda deniz ve topçu subayları dışındaki subaylar, alaylı olarak yükselen köle kökenli askerlerdi. Almanya'da ise 1700'lerden itibaren Junker'lara (aristokrasi) yönelik subaylık okulları açılmıştı. Hülâsa: güçlü, profesyonel bir ordu. 

4) Muhakeme olmaksızın ceza verilmeme, can ve mal hürriyetinin teminat altına alınmasını sağlayan hukuk sistemi. 

5) Devletin işlemesini sağlayan her türlü teknik, altyapısal ve ilmî imkân ve kurumların toplamı. Teknik okullar, sağlık kurumları, üniversiteler, fabrikalar, tren hatları vesaire. 

Yukarıdaki şartların hemen hepsi İngiltere ve Fransa'da 19. yüzyılın ortalarına gelmeden gerçekleşti. Bunların temel şartı olan bürokrasi ve merkezî devlet ise Avusturya ve Rusya modernleşmelerinde 19. yüzyıldan evvel tamamlandı. Fakat Japonya ve Osmanlılarda hemen hiçbiri yoktu. İkinci Mahmud merkezî teşkilatını ancak ölümünden kısa bir süre evvel, 1830'larda kurabildi. Fakat can ve mal hürriyeti ancak 1839'da geldi. Subay yetiştiren askerî akademiler 1834-1848'de kuruldu. Avrupa'da emsalleri 1790-1810 arasında kurulmuş, mezunlarını bile vermiş, bunlar kurmay olmuştu. Japonya ise ancak 1868'de açabildi. 

Her neyse, sadedimize gelelim: Japonya Osmanlılardan çok daha dar bir vakitte bu modernleşme serüvenine başlamasına karşın, nasıl bir dünya gücü oldu da, Osmanlılar çöküverdi. Bunları maddî ve manevî sebepler olarak ayırmamız lüzumludur. 

Maddî Sebepler: 

1) Japonya'nın bir ada ülkesi olması hasebiyle Batı'nın baskısından ve tazyikinden yüzlerce sene uzakta kalması sonucu, ithalat ve ihracat da sadece Şogun kontrolünde gerçekleştiğinden, çatışmasız, ekonomik açıdan istikrarlı bir birikim rejimi oluşabilmiş. Zira 1600'lerden 1850'ye kadar savaş yok. 250 yıllık bir sulh dönemi tarımsal artığın depolanması ile geçmiş. 

2) Japonya'nın nüfusu tamamen homojen. Hepsi adalı, steril bir kavim. Dolayısıyla modernleşme döneminde Batıya verilen kapitülasyonların kaldırılması için yekvücud halinde mücadele ediyorlar, çıkar çatışması yaşanmıyor. Ayrıca nüfusu kâfi miktarda. Bu sayede ordusu sağlam. Osmanlıların 1897'de sayabildiği nüfus 19 milyon; sayılamayan bölgelerdeki tahminî nüfusla birlikte 32 milyon yekûn tutuyor. Lakin japonya o tarihlerde 44 milyonluk bir nüfusa sahip. üstelik malik bulunduğu toprak da daha az. Osmanlıların bu tarihlerdeki muharip kuvveti 250-350.000 arasında değişkenlik gösterirken, Japonya'nın daimî gücü de hemen hemen aynı. Fakat savunması gereken toprak Osmanlılardan çok daha ufak; askerî bütçesi de, ekonomisini zorlamıyor. 

3) Tüm dünyada aristokratik ve mülkî sınıf nüfusun yüzde 2 veya 3'ü iken, Japonya'da bu oran yüzde 10. Zira samuray adında bürokratik-askerî bir sınıf var ve bu sınıf çok geniş. Bu sayede bürokratik gelenek kuvvetli, iç barış sağlam (köylülerin ve zanaatkârların silah taşıması yasak olduğundan) ve samurayların eğitimi için açılan okulların yaygınlığından ötürü Batı Avrupa ülkeleri kadar genel bir okuma yazma alışkanlığı var (erkeklerin yüzde 40'ı okuma yazma biliyor, kadınlarda ise yüzde 15-20). 

4) Hollandalıların ve Cizvit misyonerlerin ülkeye gelmesinde yasak olmadığından, bunların getirdiği Arkebüs tüfeği, Kopernik'çi evren anlayışı, Gregoryen takvim gibi bilimsel gelişmeler vasıtasıyla Japonya dıştan kopmadı. Cizvitlerin bir süre sonra yasaklanmasına rağmen, Rangaku denilen ''Hollanda Tetkikleri'' akımı ortaya çıktı ve Şogunlar 18. yüzyılda Flemenkçe kitaplar basılmasına müsaade ettiler. Böylece Batılı fikrin taşıyıcısı münevver bir sınıf teşekkül etti. Bunlar sonradan Batılı eğitim kurumları açtılar. 

5) Japonya modernleşip gücünü arttırırken, Batılılar köstek değil, destek olmuşlardır. Zira İngiltere Osmanlıları Rusya'ya karşı desteklediği zamanlarda Japonya'nın yükselişini görmüş ve onlara karşı uyguladığı kapitülasyonlardan 19. yüzyılın son çeyreğinde vazgeçmiştir. Bunun nedeni, Osmanlılar coğrafyası gereği sürekli savaşlarla yorgun düşmüş ve askerî bütçesini zorlamakta iken, Japonya'nın böyle bir derdi olmadığından Rusya'ya karşı müstahkem bir cephe olabileceği fikridir. Britanya Uzak Doğu'daki müttefikini Japonya olarak seçtikten sonra, Japonya'ya teknik danışmanlar göndererek sınâî kalkınma için gerekli know-how'ı vermiş, bu sayede Japonya Çin'i yendiğinde aldığı savaş tazminatını Yawata'da bir demir çelik fabrikası kurmak için harcayabilmiştir (1895). Ayrıca Fransa ve İngiltere ordu için de eğitim misyonu göndermişlerdir. 

6) Osmanlılarda görülen bürokrasi-asker-sultan çekişmesi Japonya'da yok. 

Manevî Sebepler: 

1) Japonya'nın modernleşmesinde dinin çok daha az yer tutması, bu sebeple meşruiyet krizine düşülmemesi ve adamakıllı bir modernleşme takip edilebilmesi. Shintô dininde ruhbanlık ve sosyal hayata dokunan hükümler olmadığından Budizmden kaynaklı okullar kapatıldığında, zaten tarihsel olarak laik olan Japon toplumu geçmiş âdetlerini bırakmakta güçlük çekmemiş. 

2) Budizm, Konfüçyanizm gibi düşünce akımları Çin'den ithal edildiği için ''zaten millî benliğe uymuyor; Japonluğun yanına Budizmi koyduğumuz gibi, şimdi de Batı ilmini ve tekniğini koyarız'' deniliyor. yani, Japonya aslında iki çelişik kültürün veya birden fazla değerler sisteminin bir arada yaşamasına olanak tanıyan bir kültüre sahip. Evrensel güç imajına sahip olan Çin karşısında kendilerini mahcup bir ada halkı olarak gören Japonlar, Çin kültürünü ithal etmişlerdi. Bu hissi Batıya karşı yaşadıklarında, bu sefer aynısını Batıya yapmaktan, yani Batıdan bir kültür ithalatı yapmaktan çekinmemişlerdir. Bu, Japon modernizminin kilit noktasıdır; Japon modernleşmesi asla muhafazakâr bir modernleşme değildir, zaten böyle bir şey de imkânsız. 

3) İmparatorun Güneş Tanrıçasının soyundan geldiğine inanıldığı için Şogun'un devrilip imparatorun başa geçişi, Japon toplumunda onun arkasında toplanmak eğilimi yaratıyor. 

Osmanlı modernleşmesinin karakteristikleri ise: düalist ''muhafazakâr modernleşme'', dine dayalı meşrulaştırma, sultan-bürokrasi-asker rekabeti ve kimi zaman darbeler veya anayasal düzenin askıya alınması, multi etnik ve çok dinli bir imparatorluk, nüfus az ve heterojen, devletin nüfuzu medenî olmayan kavimlere ulaşamıyor, ülkenin etrafı tamamen ateş çemberi ve doğrudan tehdit altında, askerî bütçe çok yüksek almak zorunda ve bu ekonominin belini kırıyor, İslâmiyet devletin temel varlık sebebi ve meşruiyet noktası olduğu için büyük bir kültürel kriz yaşanıyor, mektepli-medreseli kavgası var, evrensel üstünlük psikolojisi: ''Osmanlı Müslümandır, kâfir Frenk karşısında neden bu hale düştü?''. 

Görüldüğü gibi, hemen her şey farklı. Aynı sorunları meselâ Çin de yaşıyor, düalist bir modernleşme yürütmeye çalışıyor çin de. Wei Yüan’ın ikili reform programının (Çin öğretisi ahlâk için, Batı öğretisi teknik için; Chung-hsueh wei-t’i, hsi-hsueh wei yung) 1911’de Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla terk edilerek başarısız olması bu kabildendir. Düalist modernleşme yürüten, ''millî benliğimizi korumalıyız, dinimizi muhafaza etmeliyiz'' diyen modernleşmeler, muvaffakiyetsizliğe mahkûmdur. Çünkü böyle bir şey teknik olarak imkânsızdır. Tarih, bunu bize vesikaları ile ispat ediyor. Zira tüm kurumsal dinler, feodal kır toplumlarının iktisadî yapısının üzerine oturur. Onlar güçlerini korurken ''modernleşmek'', yani aslında dinsizleşmek, dine dayalı toplum/devlet düzenini yeniden düzenlemek ve bunu da yeni bir din, yani ''akıl'' için yapmak, imkânsızdır. bu sebeple Hıristiyan dünyası kiliseyi yıktığında bu atılımları yapabilmiş ve ondan modernleşmek için gerekli vasıtaları (bürokrasi, tüzel kişilik vesaire) alabilmişken, böylesi bir kurumdan yoksun olan İslâm dünyasında bu tür bir mücadele yaşanmamış ve feodal altyapıya dayalı devlet düzeni devam etmiştir. Hakikat budur. bununla yüzleşmek, sarih biçimde ortaya koyarak çıkış yolu aramak, biz Müslümanların vazifesidir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder