18 Ağustos 2017 Cuma

Osmanlıların Çöküşü ve Avrupa'nın Yükselişi

Denilebilir ki, dünya üzerinde feodal dönemdeki en başarılı bürokratik-askerî ve mülkî işleyişe sahip devlet, Osmanlı İmparatorluğu'dur. Ve yine denilebilir ki, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu denli Avrupa'nın çok ilerisinde olan devlet düzeninin mükemmelliği, onun Avrupa karşısında geriye düşmesine neden olan en önemli âmildir. 

Evvelâ şöyle başlamak gerekiyor: Feodalizm nedir? Feodalizm, esas itibariyle Roma İmparatorluğu'nun son döneminden itibaren Avrupa'nın temel iktisadî ve idarî modeli olmuş bir ekonomik sistemdir. Roma İmparatorluğu, bilinen dünyanın büyük bir kısmını fethetmiş ve bunları karmaşık bir yol, kanal sistemi ile ihya etmişti. İmparatorluk büyüdükçe, iç ve dış sorunlarla baş edilememeye başladı. Zenginleşen kesimin kendi çiftliklerini (latifundia) kurarak şehirlere göçmeleri ve tüketici sınıfına dönüşmeleri, uzak bölgelerin merkeze akıttığı değerlerin miktarından ötürü artık kendi kendilerine yetememeleri ve merkeze başkaldırmaları bazı siyasî, ekonomik ve sosyal sorunlara yol açtı. Bir müddet sonra aslen Cermen kavminden olan göçebe ve barbar ırkların Roma nizamına başkaldırması, Kavimler Göçü gibi ciddi ve dünyayı sarsan olaylar neticesinde, yapılan bu karmaşık yollar işlememeye başladı; zira yolların güvenliği sağlanamıyordu. Şehirler talan edildi, birçoğu terk edildi. Köprüler çöktü, kanallar ot ve bitki artıkları ile kaplandı. Şehirlerdeki nüfusun azalışı, ticaret yollarının da güvenliğinin temin edilememesi sebebiyle, bu latifundia denilen çiftlikler kendi ürünlerini pazarlayamaz olduklarından, kendi ellerindeki malları yine kendileri tüketmek sûretiyle kapalı ekonomiler oluşturdular. Roma İmparatorluğu ikiye bölünürken Avrupa'nın büyük kısmı, bu barbar kavimler tarafından istila edildi ve bunlar kısmen medenîleşmelerine karşın, şehir yaşantısından ve kuvvetli bir idarî, hukukî sistemden mahrum olduklarından, Roma'nın son dönem, bozuk toprak düzenini devam ettirdiler. Bunlardan Frank kökenli Mevorenjler, Hıristiyan oldular. Bir süre sonra krallıklarını nâiblikleri vazifesini yürüten ve sonradan bir diktatör olan Pepin'e kaybettiler ve yerlerine bunun soyundan inen Karolenjler geldi. Karolenjlerin efsanevî hükümdarı Charlemagne, öteki Cermen boylarını yenerek Avrupa'yı yeniden bir anlamda birleştirdi ve kendisini yeniden ''Batı Roma İmparatoru'' ilan etti. Papa III. Leo'nun elinden taç giyen bu Frank, barbar kavminin âdetlerini Roma nizamıyla ve Hıristiyanlıkla birleştirerek ''Feodal'' sistemi Avrupa'ya miras bıraktı, zira ölümünden sonra Karolenjler de parçalanmış ve Avrupa yeniden kaotik günlerine dönmüş; latifundialar da birer asil lordun himayesine sığınmak zorunda kalmıştı.

Bu sistemin temel esprisi şudur: Lordlar, vasalları denilen kendisinden düşük seviyedeki feodal yetkililere 'fief' denilen bir makam bahşeder, liege denilen bir andla, daha doğrusu sözleşmeyle, onu tehditlere karşı koruyacağını, karşılığında da itaat beklediğini söyler. Vasal da bunu kabul eder bu fief'le, lordunun topraklarını, toprağa bağlı köleler, yani serfler ile işlemeye başlar. Vasal veya lord ölürse, başkalarıyla yeniden bir and yapılması gerekir, çünkü bu and kurumsal bir anlaşma değil, şahsî bir yemindir. Feodalizmin Kiliseyle bağı da kuvvetlidir; zira Kilise, feodalizmin meşru bir düzen olduğunu, zira tüm kralların yetkilerini bir zamanlar Aziz Petrus tarafından onlara verilen fief'ler karşılığında aldığını iddia ediyor; krallara şantaj yaparak, icâbında haraç kesiyordu.

Avrupa'da bu sebeple Orta Çağ'da kilise, asiller, kral etrafında süregelen devamlı bir güç mücadelesi vardır. Doğru düzgün şehirlerin gelişmesine 13-14. yüzyıllara kadar rastlanmaz. Şarktaki iyi çalışan devlet sistemlerinden haberleri yoktur. Nüfus oldukça azdır. Krallar feodalizmi aşmaya çalışır, fakat askerleri asil vasallarının muharip kuvvetlerinden müteşekkil olduğu için, onların itaatini kazanmadan bir hükmü olmadığının farkındadır. Lakin onların itaatini kazanmak için de onlara fief vermek zorundadır. Bu kısır döngü içerisinde adete hapsolan krallar, hukukî olarak da yalnızca ''primus inter pares'' şeklinde tanımlanan, ''eşitler arasında birinci'' denilen bir soyluluk unvanı dışında hiçbir kuvvete sahip değildir; denilebilir ki bu krallar, soylular meclisinin başkanlığı vazifesi görevini üstlenmiş feodal lordlardır, başka bir şey değillerdir. Tüm kararlarını feodalizmin muhafızları hüviyetindeki din adamları ve soylulardan müteşekkil bir mecliste (Curia Regis) alırlar; bunları by-pass etmek mümkün değildir. Bu karmaşık yapının abesliği şöyle anlatılabilir, Orta Çağ boyunca Fransa'ya düşman olmuş Britanya kralı John Lackland'ın Fransa'da fief'i vardır ve bu sebeple Fransa tacına hizmet etmekle yükümlüdür! İşte, Avrupa yüzyıllarca böyle idare edilmiştir; bu enteresan yapı, Avrupa'yı pre-modern dönemde geride tutarken, modern dönemin de temellerini atmasına olanak sağlamıştır ki, ileride tafsilatıyla anlatacağız.

Batı feodalizminde vaziyet böyle iken, Doğuda mesele nasıldır? Temelde aynı iktisadî formül geçerli olsa da, taban tabana zıttır, denilebilir. Zira Garpta feodal sistem kralların aleyhine işlerken ve onları büyük bir sistemin içine hapsetmiş iken, Şarkta feodal sistem monarkların lehine işliyordu, zira monark sistemin dışındaydı. Şöyle ki; Batı tipi feodalizm, feodal ilişki içerisindeki iki tarafa da (Vasal ve Lord) hiyerarşik de olsa belli bir miktarda mükellefiyet yükleyen bir çeşit sözleşme ile kurulmuştu. Bu da mülkiyet ilişkilerini ve buna dair hukuku devleti idare eden kralların dahi ihlâl edememesine yarayan bir tür can ve mal emniyetini sağlıyordu. Asya’da ise krallar Avrupalı emsallerinden çok daha güçlüydü ve devletler Avrupalı benzerlerinden kat be kat daha merkeziyetçiydi. Özel mülkiyet kral tarafından ‘bahşediliyor’, fakat toprakların bahşedildiği şahsiyet kralın konumunu tehdit ederse, Avrupa’da olduğu gibi kralı durduracak zümreler ve feodal hukukî altyapı bulunmadığından büyük olasılıkla kellesini kaybediyor ve malları müsadere ediliyor, belki başka ‘sadık’ kişilere yeniden dağıtılıyordu. Bu sistemle Avrupa'nın feodalizmi arasındaki farkı ünlü tarihçi Hagen Schulze, şöyle mütalaa ediyor:
Kilise ve devletin birbirlerinden ayrılmaları dışında, siyasî otoritenin tek bir elde toplanmasına engel diğer bir neden, devletin ikili yapısı, feodal sistemin yarattığı birbirine rakip iki gücün, yani monarşi ve zümrelerin varlığıydı. Bu anlamda Avrupa devletlerinin anayasaları başka yerlerdeki devletlerin anayasalarından çok farklıydı. İmparator I. Otto tarafından 956 yılında Cordoba’ya halifenin sarayına gönderilen delegasyonun ziyaretinden kalan rapor bu farklılığı göstermektedir. Halife, Roma imparatoru elçilerinin kendi efendilerini, fazla diplomatik sayılmayan bir dille yeryüzündeki en güçlü hükümdar olarak yüceltmelerinden hiç etkilenmemişti. Halifeye göre, Hıristiyan hükümdarlar açık bir şekilde zayıf ve güçsüzdü. Çünkü imparator bile prenslerin ve soyluların başlarına buyruk yönetimlerine izin vermekteydi. İmparator boş bir ümitle, kendisine bağlılık içinde hizmet edilmesi için topraklarını dağıtmıştı. Bu yüzden eğer bu durum küstahlığa ve başkaldırıya neden olursa, şaşırmamalıydı.
Şu halde toprağın esas sahibi devlet, yani monarktı; ötekiler ise umumiyetle onun sadık aletleri olması beklenen tebaasıydı. Onu durduracak, siyasî hesaplara girişmeye itecek kilisevâri kurumlar veya monarkla yan yana yürüyen aristokratik bir zümre teşekkül etmemişti. Avrupa'daki Roma Katolik Kilisesi gibi siyasî sisteme müdahale eden bürokratik bir ajan Şarkta olmadığından ötürü, monarklar, aynı zamanda kendi dinî kurumlarının başıydılar; yani bir anlamda ''başrahip'' idiler. Osmanlı Sultanı, aynı zamanda Halifeydi, dinin koruyucusu idi, meşruiyetini ondan alırdı; Avrupa'da olduğu gibi din, devlete ve sultana rakip değil, onun yardımcısıydı; Rusya'da Çar, korkunç despotik kudretini Bizans'ın Ortodoks geleneğini ülkesine taşıyarak, Ortodoks Kilisesi'nin başrahibi sıfatını taşımasına borçluydu. Öyle ki III. Ivan (1462-1505) Osmanlıların yıktığı Bizans'tan apardığı ''Sezar'' unvanını ülkesine taşıyarak kendisini ''Tüm Rusların Çarı'' ilan etmiş, kendisinin Bizans'ın son hükümdarı olduğunu iddia ederek kendi bayrağına Bizans'ın Çift Başlı Kartal'ını eklemişti. Japonya'da Shogun adındaki savaş lordu tüm ülkeyi daimyo denilen feodal beylere dağıtarak idare eder, aynı zamanda ülkenin İmparatoruna ''Güneşin Oğlu'' diye hitâb ederdi. Zira Japon İmparatoru'nun Güneş Tanrıçasının soyundan indiği, Japonların millî dini olan Shintoism'in temel esaslarındandır. Doğu feodalizmi, bu sebeplerle Batıdan çok daha güçlü, dinamik ve merkezî devletler oluşturmuştur. İşte, Osmanlılar belki de Doğu feodalizmlerinden en mükemmel devlet teşkilatını çıkartan devlet olmuştur.

Osmanlı devlet düzeninde mal, mülk ve toprak tamamen padişahındı. Padişah, devletin tecessüm etmiş hali olarak tanımlanıyordu. Mallarını ve topraklarını, kendisine bağlı kişilere dağıtırdı; bu dağıttığı kişilerden ya vergi alır, ya da asker toplattırırdı. Asker toplattığı arazilere Tımar Arazisi denir, bu arazi sahipleri padişaha savaş zamanında ve asayişi sağlamak, vergi toplamak için kullanabileceği belirli miktarda süvari muharip yetiştireceğini taahhüt ederdi. İşte, feodal düzende Osmanlı başarısının sırrı tamamıyla bu toprak sistemidir. Zira bu askerler, merkeze uzak eyaletlerde her türlü emniyeti sağlar, vergilerin toplanmasına yardım eder, savaş zamanı da masrafsız bir ordu teşekkül ederlerdi. Avrupa, Osmanlılar kadar askeri bir araya Orta Çağ'da toplama kabiliyetinden yoksundu. Zira kralların daimî orduları hemen hemen yok, varsa da çok küçüktü; zira ekonomiye yük olurdu, bunların beslenmesi ve maaşlarının ödenmesi, feodal sistemde hemen hemen imkânsızdı. Krallar ancak savaş zamanı vasallarının askerleriyle beslenirse, belirli bir kudrete ulaşacak kuvvetler teşkil edebiliyordu. Avrupalı askerler, birkaç bin kişi karşı karşıya vuruşmaya alışmışlardı. Büyük kuvvetler ancak Papalık'ın tehditleri ile toplanabiliyor, bunlar da farklı farklı milletlerden olduklarından, kumandanlar tarafından idare edilemiyorlardı. Avrupa'da büyük ordulara hükmedecek askerî kabiliyeti hâiz komutan sayısı çok azdı. Bu sebeple umumiyetle Osmanlılar Batıya doğru geniş topraklar kazanarak bunları da tımara vermiş, yeni askerler ile daha büyük süvari orduları oluşturabilmişti. Sürekli fütuhatla beslenen Osmanlı orduları, kırsal savaşta çok mühim önemi hâiz, vurucu güçleri süvariler ile devşirdiği, sultana şahsen bağlı, devletin daimî ve paralı ordusu Yeniçeriler ile Avrupa'nın çok üzerinde bir askerî ekole sahipti. Osmanlılar ayrıca Avrupa'ya ''Commando'' (Komando) şeklinde ihraç edilen askerî sınıfı Batıyla tanıştıran ülkedir, Orta Asya steplerinden gelen bir ırkın ahfadı olan Osmanlı süvarisinin komando sınıfı, Akıncılar idi. Çok defa Avrupa'yı baştan aşağı korkuyla titretmiş ve bir mukavemetle karşılaşmadan ganimetlerle geri dönmüşlerdir. Bu ekonomik ve askerî yapı birbirini beslemekte ve döndürmekte iken, Osmanlı silah ve top teknolojisi, Avrupa'nın da pek üzerindeydi. Bu sayede zaferler zaferleri, fetihler de fetihleri kovalıyordu.

Avrupa Feodalizminin Doğurduğu Yeni Düzen ve Osmanlıların Gerilemesi

Gel zaman git zaman, Avrupa'da kralları merkezî bir otorite kurmaktan mahrum kılan feodal sistem zayıfladı ve çöktü. Avrupa kralları yukarıda bahis mevzuu ettiğimiz kısır döngüyü kırdılar. Bu Fransa, İngiltere, Sicilya gibi ülkelerde oldukça farklı rotalar takip etmiştir. O sebeple hepsini anlatmak gereksiz olduğu kadar, yorucu da olur. O yüzden kısa bir özet geçeceğiz.

Orta Çağ'ın kaotik atmosferinde geçmişe dair hafızası olan belki de tek kurum, kiliseydi. Zira kilise, hiyerarşik olarak örgütlenmiş ve bürokratik yapıydı. Davalar açar, yargılar, insan evlendirir ve bunların kayıtlarını tutardı. Hukuk metinleriyle dolu kütüphaneleri vardı. Avrupa'da içtihat hukukunun açtığı sorunları çözmek için, çeşitli üniversitelerdeki hukukçular ve teologlar; Cermenlerin, Romalıların ve kilisenin kaydını tuttuğu veya tedvin ettirdiği eski hukuk metinlerini tetkik etmeye karar verdiler. Roma Kilisesinin ilkeleri, 12. yüzyılda İtalya'da Corpus Juric Canonici adıyla yasalaşırken, Codex Justinanus gibi eski Roma hukuk metinlerinden özet ilkeler çıkartıldı. Bunlar üzerine çalışan üniversitelerde okuyan hukuk talebeleri, gözde insanlar olduklarından, şehirli tüccarlar çocuklarını buralara okumaya verdiler. Bu okumuş gençleri prensler, soylular ve krallar danışman ve öğretmen olarak yanlarına aldılar. Bu süreçte antik bir hukuk ilkesi olan Princeps legibus solutus (Yasaları yapan prens, onun hükmüne dahil olmaz) prensibi açığa çıktı. Krallar, yegâne hüküm koyucunun kendileri olduğunu iddia ettiler. Bununla beraber, fief'lik müessesesi kurumsallaşarak çocuklara miras bırakılmaya başlandı. Böylece bir ailenin evladı, aile babasının hizmet ettiği taca hizmet etmeye devam ediyordu; bu aristokratların kapitalizm için gerekli mal miktarını miras yoluyla biriktirebilmesini sağladı, Osmanlılarda misal ölen bir bürokratın malı devlete kalıyor ve başka birine veriliyordu. Ardından, feud denilen, soyluların ve nüfuzlu kişilerin, onurları için silah kullanma ve kan talep etme hakları 15. yüzyıla dek birçok yerde ortadan kaldırıldı; böylece ülkeyi talan eden ülke içi anarşi bir son buldu. 12. yüzyıldan itibaren Sicilya Kralı II. Friedrich'in ön ayak olduğu ''modern devlet kurulumu'' başladı. Avrupa'da profesyonel çalışmaya başlayan bir bürokrasi ortaya çıktı, bunlar hür kişilerden ve okumuş insanlardan müteşekkil oldukları için, kral ve devlet adına etrafı denetliyor, kralın şartlarına uymayanların ellerinden nüfuzunu, unvanlarını ve topraklarını alıyorlardı. Ayrıca krallar; örneğin Fransa'da, Haçlı Seferlerine gidip geri dönemeyen pek çok baronun topraklarına da konmaya muvaffak oldular. Yeterli gücü kazanan krallar, karar aldıklar meclislerin yapısını değiştirdiler: soylular ve din adamlarının yanına, kendi Roma Hukuku üzerine eğitim alan danışmanlarını, bürokratlarını getirdiler. Bunlar; krala hesap veren memurlardı. Bu sebeple ihtilaflarda devleti temsil eden kralın tarafını tutuyorlardı. Bir müddet sonra krallar, bu memurlar eliyle devlet sathındaki nüfuzlarını yayarken, soyluların ve din adamlarının da gücünü büküyor ve kendi merkezî sistemlerini inşa ediyorlardı. Fransa'da prevot ve bailli denilen kraliyet memurları; müfettişlik, yargıçlık, vergi denetmenliği gibi vazifeler icrâ ediyor, Sicilya'da soylu ve şövalyelerin kiminle evleneceği, kimin nerede çalışacağı bile devletin iznine tâbi kılınıyordu. Eskiden ''Psikoposların ve soyluların huzurunda, onların rızasıyla'' çıkan karar metinleri, artık ''Kral; danışma kurulunun huzurunda ilan etmiştir!'' namıyla çıkıyordu. Devletin meşru şiddet tekeli, artık her yerdeydi. Fransa'da kral 1445'te soylulara ihtiyacı kalmaması için, Avrupa'nın ilk sürekli ordusunu kurdu. 

Feodalizm bu sûretle zayıflarken, Avrupa'da düşünsel bir devrim gerçekleşti. Machiavelli, siyasetin ahlâktan özerk bir alan olduğunu ilan eden ilk kişi oldu; gayrı ahlâkî olmasa da ahlâk dışı bir alan olan siyasetin, hikmet-i hükûmet icâbınca idare edilmesini, pragmatist olunmasını ifade etti. Thomas Hobbes, ''kahredici bir monarşinin, tümden bir hürriyetten evlâ olduğunu'' iddia ederek devletin bir ''artificial person'' (tüzel kişilik) olarak görülmesini ve ona itaat edilmesini bir vazife olarak gördü. Jean Bodin, kralın egemenliğinin üzerinde bir egemenlik olmadığını yazdı. Avrupa'daki hemen hemen tüm devletler, Papalık otoritesine karşı kendi millî kiliselerini kurdular. Bunu beceremeyen tek devlet, Kutsal Roma Germen İmparatorluğuydu, zira imparatorun erişeceği güçten diğer elektörler (imparator seçme ve seçilme hakkını hâiz federal prensler) ürkmüşlerdi. Protestanlık hareketinin lideri Luther'e İmparator, kimi görüşlerinden vazgeçmesi halinde kendisini millî kilisesinin başı yapacağını söyledi, Luther reddetti. Katolik prensler ve Protestanlar iç savaşa tutuştular. Westphalia Antlaşmasıyla biten bu iç savaşta ''whose region, whose religion'' (kimin bölgesi ise onun dini geçerli) ilkesi kabul edildi ve devletlerin, din üzerine savaşarak bir kozmopolis (evrensel ülke) inşa etme hayalleri suya düştü. Kilise ve din, bütün etkisini yitirdi; feodalizm çöktü, artık devir merkezî krallıkların devriydi. Krallar soylu ve din adamlarına karşı yerel parlamentolara zanaatkâr ve tüccarları sokarak, onları danışmanları yaparak güçlerini kırmış, bu üçüncü sınıfın desteğiyle kendi nüfuzlarını kudretlendirmişlerdi.

Lakin bu durum, öngörülemeyen bir şeyi ortaya çıkardı: Modern devlet ve kapitalizm. Avrupa'da merkezî bürokrasi, hür bir tüccar sınıfı, devletin meşru şiddet tekeli, laikleşme gibi hareketler, Kilisenin tahakkümüne karşı bir özgürlük hareketi olarak ''modern seküler devlet''i ortaya çıkardı. Bu devlet, zenginleşmenin ve hükmetmenin yollarını aramaya başladı. Soylular ve din adamlarına karşı kralların semirttiği tüccar sınıfı, merkantilist politikalarla desteklenirken, Amerika'nın keşfiyle Yeni Dünya'dan Avrupa'ya değerli madenler; altın, gümüş ve bronz akmaya başladı. Bu malların hemen hepsine müteşebbis tüccarlar sahip oldu. Bunlar, ticaret yapabilmek için devletten güvenli yolculuklarını sağlayacak askerler, yollar, gemiler vesaire talep ettiler. Bunu sağlayabilmek için Avrupalı devletler çok geniş idarî ve askerî teşkilatlanmalar kurmak zorunda kaldılar. Bu yeni yapılanma, insanların büyük şehirlere toplanmasına olanak tanıdı. Vergi toplamak ve memleketi imar etmek, kolaylaştı. Modern devlet, çok etkili çalışıyor ve kendinden başka bir yerde olmayan tüccar sınıfıyla büyük zenginlik üretiyordu. Belirli bir tarihten sonra Avrupa'da ulusal devrimlerle burjuvalar kralları devirdiler veya onları etkisizleştiren liberal yönetimler kurdular. Böylece bürokrasi, kralın şahsiyetinden bağımsız bir şekilde işleyen, hür ve rasyonel, özerk bir yapı haline geldi, sadece devleti temsil etmeye ve onun adına çalışmaya başladı. Bu dönemde Osmanlılarda bürokratların hepsi köleydi ve padişaha itiraz edenin kellesi gidiyordu. Kore'de de kamu görevlilerine ''Kong Nobi'' (kamu kölesi) deniliyordu, zira hepsi krallarının kölesiydi.

Tüccarların sahip çıktığı ve fonladığı bilim adamları, Newton Fiziğinden başlayarak doğayı tetkik etmeye başladılar. Sanayi Devrimi bu sermaye ve ilmî birikimle ortaya çıktı. Üretimin artışıyla gelen refah ve kamu görevlerini aksatmadan yapan rasyonel işleyen devlet yapısı, nüfusu arttırdı. Osmanlıların 1897'de 32 milyon nüfusu varken; sömürgeler hariç olmak üzere ABD'nin 75, Almanya'nın 56, Osmanlı topraklarıyla kıyas dahi kabul etmeyecek kadar küçük İtalya'nın 32, Japonya'nın 44, Fransa'nın 40, Britanya'nın 45, Avusturya-Macaristan'ın 47 milyon nüfusu vardı. Okuryazarlığın ve örgün eğitimin sanayi inkılâbı nedeniyle artma eğilimi göstermesi, teknik bilgiyi inkişaf ettirdi. Bu askerî kurumlara da yansıdı. Profesyonel orduya geçen Avrupa’da, Prusya devletinde Junker’lere özel subaylık okulları daha 16. yüzyıldan itibaren açılıyor ve orta sınıf kökenli, hür bir subay kadrosu yetişiyordu ki, yine Almanya’da 19. yüzyılın hemen başında ‘kurmay subaylık’ müessesesi icâd edildi ve askerî akademiler açıldı. Artık askerlik, ilmî bir disiplin olarak kabul gördü, her sınıftan, bilhassa orta sınıftan kabiliyetli insanlar buralara yerleşebildiler ve orduların emrine teknik gücü yüksek silahlar verildi. Asyalı imparatorlukların ya köle kökenli, aslı hür olmayan, sadece askerî bir sınıf şeklinde örgütlenmiş alaylı subayları, ya da sadece asil olduğu için o makamı elde etmiş kumandanları vardı. Fransa, İtalya, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde 1800'ün hemen başında açılan askerî akademiler, Türkiye'de ancak 1830'ların ortasında açıldı. Teknik imkânlar tipik tarım toplumları oldukları için oldukça geriydi. Dolayısıyla hepsi, Batı’nın yüksek askerî gücüyle 19. yüzyıl içerisinde tanıştılar ve bir modernleşme hikâyesine başladılar. Fakat Avrupalıların çok güçlü ordular kurdukları, bunları örnek almaları gerektiği fikrinin yanlışlığını da gördüler; artık karşılarında bir medeniyet ve sistem olarak Avrupa vardı, ordusunun gücü, bu medeniyet seviyesinin bir tezahürüydü; yani neden değil, yalnızca sonuçtu. Bunu ilk anlayan Osmanlı İmparatorluğu oldu. 

19. yüzyılın başında, dünya Fransız İhtilâli’nin devrimci fikirleri ile mücadele etmeye çalışırken ve bilinen dünyaya ait her şey modern Avrupa imparatorluklarında bile değişirken, Osmanlı İmparatorluğu geleneksel yapısını sürdürüyordu. Modern devletin temel özellikleri pek yerleşmemişti. Fransa’da, Almanya’da, Britanya’da yüzyıllar öncesinden başlayan bürokratikleşme, özerk ve hükümdarın şahsiyetine bağlı olmayan, rasyonel kurallara ve tüzüklere bağlı olarak çalışan, devletin eli ve kolu haline gelmiş, her yere nüfuzunu yayabilmesine yarayan memur sınıfını teşkil etmişti. Bu, iktisadın ve ekonominin iyi işlemesine yarıyordu, zira vergiler ve askerî işlemler muntazaman hallediliyordu. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi olan Babıâli’de 1000 ila 1500 arasında bir memur hacmi bulunuyordu. Bu, devletin vergi gelirlerinden mahrum kalmasına, onları tam anlamıyla toplayamamasına sebep oluyor; merkezî bütçeye giden vergi, toplam vergi gelirinin yüzde 3’ünü aşmıyordu. Çeşitli hesaplamalar neticesinde, Osmanlı vergilerinin yılda 20 milyon pound olarak toplansa da, devlet hazinesine yalnızca 2,25 ila 4 milyon pound arası kaynak aktığı, bunun da devrin Fransız maliyesinin yıllık kazancının onda biri ila altıda biri kadarını oluşturduğu sonucuna ulaşılmıştır. Devlet eğitim, sağlık, nitelikli eleman yetiştirmek gibi modern bir devletin doğal görevlerini yapmakta bir mesuliyet hissetmiyordu; büyük şehirlerin iaşesini temin etmek, güvenliği sağlamak ve ceza hükümlerini infaz edip, para basmak dışında bir iş yapmıyordu. Memur sınıfı, modern bir bürokrasiyi teşekkül etmekten çok uzaktı. Zira can ve mal emniyeti yoktu. Ülkenin modern tabirle başbakanı olan Sadrazam dâhil tüm üst rütbeli vezirler, bürokratlar ve hatta yargı mensupları olan ulema dahi, padişahın bir emri ile azledilebilir (makamını kaybedebilir) veya canından olabilirdi. Ulema mensuplarının öldürülmesi âdet olmadığı halde, Osmanlı tarihinde üç Şeyhülislâm padişah emriyle katledilmişti. Devleti idare eden vezirlerin ve yüksek bürokratların ekseriyeti, savaşlardan elde edilen veya sultana hediye edilen, padişahın köleleri hüviyetindeki, aslı köle olan devşirmelerden seçilirdi, bunlar özgür olmadıkları için sultan adına gerektiğinde azledilecek veya öldürülecek, pek önem ifade etmeyen aletlerden ibaretti. Padişah da yine aslı köle olan sarayda yetiştirilerek terbiye edilmiş kadınlarla (cariyeler) ile evlenirdi. Bu, hanedanın gücünü oluşacak aristokratik bir klik ile paylaşmamak adına aldığı bir önlemdi. Zira Türk ananelerinin öngördüğü veraset usulüne göre, devlet hanedanın erkek mensuplarının ortak malıydı. Bu anlayış da hanedanın tüm erkek çocuklarını, potansiyel birer sultan namzedi yapmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu Fatih’in kanunlaştırdığı ‘kardeş katli’ fermanını yaşanan acılardan ötürü devre dışı bırakmak için ekberiyet usulüne geçti. Bu veraset sistemine ‘‘seniorat’’ deniliyordu; yani ailedeki tüm erkek fertlerinin taht hakkı vardı. Dolayısıyla sultana karşı bir isyan durumunda, kardeşinin meşruiyeti hazırdı. Bu sebeple Osmanlı sultanları bu usule geçilmesinin ardından kardeşlerini otoritelerini sağlamlaştırabilmek için (biraz da can korkusundan) kafes denilen bir odaya hapsettiler. Hiçbir şey bilmeyen, cariyeleri ve Kur’an hocaları dışında hemen hemen kimseyle görüştürülmeyen şehzadeler, talih kendilerine güldüğünde padişah oldular, bu da büyük bir felaket demekti. Fakat Avrupa kraliyet geleneğinde ‘‘primogenitur’’ sistemi cârî idi. Buna göre, tahta geçme hakkı yalnız kralın ilk erkek evladınındır (kimi yerlerde kadınlar da tahta geçmektedir, onlarda da bu düstur, ‘kralın ilk çocuğu’ olarak geçer). Bu sayede Avrupa’da mali haklara sahip, soylu ve aristokrat, iyi eğitimli bir sınıf oluştu. Bunlar kral tarafından tehdit görülmediklerinden (zira tahta çıkma hakkından hukukî olarak mahrumdular), yüksek bürokrat veya ordu komutanı olarak istihdam edildiler. Böylece Avrupa’nın pek çok yerinde zaten iyi eğitimli ve terbiyeli olan, krala da soy bakımından bağlı olduğu için ona ihanet etmesi istisnalar dışında fazla mümkün olmayan, merkezî yürütmeyi sarsmayacak, zengin bir sınıf teşekkül etti. Osmanlı İmparatorluğu gibi burjuva sınıfından mahrum bir ülkede, böyle bir sistemin uygulanamayışı büyük bir talihsizlik olarak kabul edilir. Zira bu sebeple Osmanlılarda memur sınıfının can ve mal emniyeti olamamış, padişahlar kendileri dışında herkesi tehdit kabul etmiş, bu da kapitalizmin temel prensiplerine aykırı düştüğünden modernitenin önünü tıkamıştır.

Bürokrasinin rasyonel ve modern işlemediğinin, bunun da ekonomiye ve toplumsal hayata nasıl etki ettiğini tahlil ettikten sonra, modern devletin diğer niteliklerinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki durumuna bakabiliriz. Bürokrasinin ardından modern devletin teşekkülündeki bir diğer unsur Max Weber’in meşhur tanımıyla ‘meşru şiddet tekeli’ idi. Meşru şiddet tekelinin tarihini önceki bölümlerde, bilhassa feodalitenin çözülme evresinde incelemiştik. Avrupa’da gittikçe bu yönde güçlenen bir trend olmasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu bu hususta sanki bir tür ‘ters gelişim’ izlemiş gibidir. Tımar sisteminin bozulmasının akabinde, vergi gelirlerini arttırmak amacıyla Osmanlı yönetiminin iltizam topraklarını genişletmesi, buralarda görevli mültezimlerin merkezî otoritenin zayıflamasından faydalanıp valilerin elindeki mütesellimlik ve voyvodalık (Mütesellim beylerbeyinin, voyvoda ise sadrazamın has topraklarını vekâleten idare eden kimselere denir) yetkilerini ele geçirmesine, malikâne sistemiyle birlikte kayd-ı hayat (ömür boyu) şartıyla topraklara sahip olmalarına sebep oldu. Bu nüfuzları sayesinde topraklarını varislerine intikal ettirmeye başladılar. Böylece kiralanan topraklar devlete dönmez oldu ve irili ufaklı güçlü kimseler, belirli bölgelerde hâkim duruma geldiler. Böyle şahsiyetlere ‘‘ayân’’ denildi. Padişahlar bunlara öyle muhtaç kalmıştı ki, II. Mahmud’u ölümden kurtaran ve Sened-i İttifak adıyla meşhur ilk Osmanlı anayasal metnini imzalamaya onu mecbur bırakan da bir ayân olan Alemdar Mustafa Paşa idi. Bu durum, Orta Çağ’daki Avrupa’yı andıran bir tür feodalizmi doğurdu. Eskiden emsallerine göre ileride olan merkezî otorite, bugün geri düşmüştü; üstelik bu feodalizm, Avrupalı kardeşinden bir anlamda farklıydı: Bunda biraderinde olduğu gibi bir hukukî ve kurumsal altyapı mevcut değildi, de facto bir durum olarak ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla aydın despot tipinde bir karakter olan II. Mahmud’u bekleyen görev, Avrupa’da 17-18. yüzyıllarda kemâle eren ve tamamlanan devletin meşru şiddet tekelini ele geçirmesi sürecini Osmanlılara gecikmeli de olsa yaşatmaktı. Üçüncü olarak, Osmanlı hukuku seküler ve yeknesak değildi. Osmanlı İmparatorluğu çok etnikli ve çok dinli bir imparatorluktu. Millet sistemi olarak kurguladığı İslâm hukuku ile buna karşıt olmayan ve Şeyhülislâm fetvasıyla bu karşıt olmayış hali tasdik edilen (meşrulaştırılan) örfî hukuk ile kayıtlı reaya, inançlarına göre milletlere ayrılıyorlardı. Osmanlılarda ‘‘millet’’ kavramı, bugünkü etnik (kavmî) anlamından uzaktı. Sıbyân mekteplerinde her öğrencinin ilk derste bellediği şey, ‘‘Âdem’in zürriyetinden, İbrahim’in milletinden, Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmetindenim!’’ idi. Yani millet, Müslüman Osmanlılar için Hazreti İbrahim’in mirası tevhide dayanan semâvî dinine mensup olan insanları niteliyordu; içerdiği anlam etnik değil, dinî idi. İslâm devletleri, bu açıdan tarih boyunca aynı dine veya mezhebe sahip gruplara ‘‘millet’’ demeyi âdet edinmişlerdi. Müslümanlar hâkim millet iken, ötekiler mahkûm millet idi. Mahkûm milletler (zimmîler) üç adetti: Rum, Yahudi ve Ermeni milletleri. Rum milletine ismi, İstanbul’daki Fener Rum Patrikhânesi’ne binâen koyulmuş idi; dolayısıyla sadece Rumları değil, bu kiliseye bağlı tüm Ortodoks grupları içeriyordu: Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Romenler, Ukranlar vesaire… Ermeniler de Ortodoks olmalarına rağmen monofizit kanadındaki eski Şark Kiliselerine mensup oldukları için Ermeni Patrikliğini kurarak ayrı bir millet içerisinde örgütlenmişlerdi. Devlet bunların kendi aralarındaki medenî hukuka dair muamelat işlemlerine (vaftiz, evlenme, boşanma, millet mensuplarının vergilerini toplama) karışmaz, bunların reisine bu işleri yaptırtırdı. Dolayısıyla bunların hepsi kendi cemaatleri içerisinde, belirli bir hürriyet içerisinde yaşarlardı. Fakat bu durum, modern çağın yeknesak hukuk telakkisiyle bağdaşmıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun vatandaşlarını bağlayan resmî bir medenî hukuku yoktu, bir mezhep resmî mezhep değildi, kadılar birbirinden farklı hükümler verebiliyor, bunların hepsi de elinde şer’î delili varsa doğru kabul ediliyordu. Yasa önünde eşitlik yoktu, sistem zaten eşitsiz olması için tasarlanmıştı, herkese farklı muamele esastı. Bu çok kültürlü yapı, bir noktadan sonra Bulgarlar, Sırplar gibi milletlerin kendi millî kiliselerini kurup Rum Kilisesine bağlanmaktan kaçınmaları neticesinde hukuk kargaşasına imkân verdiği kadar, milliyetçilik duygularını da körükledi. İlk ayrılıkçı hareketler böyle doğdu.

Netice itibariyle 19. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu modern bir devletin taşıması gereken esas niteliklerden hemen hemen mahrumdu. Amerika Birleşik Devletleri gibi kuvvetler ayrılığına dayalı ve liberal, Prusya gibi bürokratik, Fransa gibi seküler veya anayasal, Britanya gibi parlamento esasıyla idare edilen, II. Joseph ve Kraliçe Katerina gibi hükümdarlar sayesinde 18. yüzyıldaki Rusya ve Avusturya gibi merkezî değildi. Vergisini muntazaman toplayamıyor, nüfuzunu yayamıyor, hukukunu modernleştiremiyordu. İçte de ayrılıkçı isyanlarla başı dertteydi. Kapsamlı bir reform programına gidilmesi gerektiği Napolyon’un getirdiği sıcak savaş ile ilan edilmişti artık. 19. yüzyıl, bu sorunla yüzleşmekle geçecekti.

Fakat hepimiz biliyoruz ki, Osmanlı modernizasyonu pek de başarılı olamamıştır. Bunun sebeplerini bir başka yazımızda tetkik edeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder