22 Aralık 2017 Cuma

Tarz-ı Hayatımız ve Modern Çağ

''Zevkleri bir bıçak gibi kesen ölümü çok hatırlayın!'' (Hadis-i Şerif)

Abbasîlerden Osmanlılara, bir Müslüman şehri; toplumun organik yapısına riâyet edilerek dizayn edilmiş, geniş bir külliye biçimdeydi. Doğayla iç içeydi; baharın gelişiyle açan bir yaprak veya kışın bastırmasıyla düşen ilk karın müşahedesi mümkündü. Ölüm ve doğum, yan yanaydı. Mezarlıklar bugünkü gibi yüksek duvarlarla örülmemişti. Hatta insanlar bir yere gidecekleri vakit, mezarlıkların içerisinden yürüyerek giderlerdi; bu onların da bir gün öleceğini onlara anlatmanın en mükemmel bir yoluydu. Organik toplum anlayışı uyarınca, herkes herkesle ilgili ve alâkadardı; ''mahalle kültürü'' denilen şeyin aslı, bir cami etrafında kurulmuş bir şehrin tecessümüydü. ''Lonca, Ahilik'' gibi müesseseler, çıraklara meslekten evvel adâb, usûl ve ahlâk öğretirdi. Bu vasıfları uzunca bir müddet taşıyan Müslümanlar, en az Rusya kadar fakir bir memleket olduğu hâlde Karl Marx'ın Türk çiftçisini ''Avrupa'nın en ahlâklı köylüsü'' övmesinin aslî sebebidirler; zira Türkiye'de uzunca bir müddet müreffeh Avrupa kıt'asında dahi görülen âdilikler, suçlar o kadar yaygın bir şekilde yaşanmamıştır.

Lakin bugün, farklı bir atmosferdeyiz. Kapitalizm ve modernizm, yaşam stilimiz üzerine zafer kazandı. Artık doğru düzgün bir dilimiz yok. Gençlerimiz birkaç yüz kelimeden mürekkep bir vokabülere sahipler; yabancı dil şöyle dursun, Türkçe dahi bilmiyorlar. Tamamen sû-i zan ve dedikodu merkezi olan sosyal medya, hayatımızı işgal etti. Üniversiteler ilim tedrisat müesseseleri olarak değil, fuhşiyat karargâhları gibi çalışıyorlar. Türkiye sözde zenginleşiyor, lakin işlenen her türlü âdi suç da artıyor: hırsızlık, tecavüz, taciz, cinayet... Türkiye, bunların hepsinde zirveye göz kırpar haline geldi. İnsanımızın kalitesizliği, iktisadî gücüyle alâkasız şekilde bariz...

Bunların nedeni, kanaatimce kapitalizmin yarattığı düalistik değer sisteminde yatıyor. Kapitalizm ve modernizm; Hıristiyanlığın dönüştürülmesinden doğan iktisadî, siyasî ve ictimâî sistemlerdir. Hıristiyanlık dönüşebildi, zira formel hukuk kurallarından (şeriat) yoksun olarak sadece Kilise gibi iktidar aygıtlarını ortadan kaldırmak buna yetti. Lakin İslâmiyet, böyle bir inanç olmamakla birlikte, bu dünyaya bakan veçheleri oldukça sıkı ve kudretli. Arkasında 1400 senelik bir tatbik geçmişi bulunan hukukî kurallar içeriyor. Bunlar lağvedildiğinde veya uygulanmadığında, modern sistemler vücuda getirildiğinde, toplumda bir dirençle karşılaşılıyor. Bu direnci sürdürenler köylerdeki organik cemaat yapısını sürdürenler veya şehirlerde tekke, zaviye gibi yerlerde fıtrata (sünnete) uygun bir yaşam sürmeye çalışan insanlar oluyor umumiyetle. Fakat yaşam standartları arttıkça, bu yapılar çözülmeye yüz tutuyor. Zira insan, güzele müptelâ ve meftundur. Kısıtlı yaşam sürenler için günaha bulaşmadan yaşamak, çok da zor değildir; gözler açılınca, ele güç ve para geçince bunlara tevessül etmemek, işte esas mesele budur.

İslâmiyet, esasen her türlü önlemi almıştır. Dinde evlenmek kolaydır. İnsanların erken yaşta, prosedürlerden uzak, makul şekilde evlenmelerinin önü açıktır. Bugün ise evlenmek çok zor ve masraflıdır. Eğitim, iş bulma vesaire derken, şairin ''Yaş 35, yolun yarısı eder'' dediği yaşa gelmeden evlenen artık bir avuç insan kaldı. Demek ki insanların ekseriyeti, ömrünün yarısını fuhşiyata düşme tehlikesi had safhada iken geçiriyor. Zira hadis-i şerif, ''Bekâr erkeğin dini yarımdır'' buyuruyor. Niçin? Bu sebeple... Fakirlik içerisinde yaşayanların eşlerini çoğu zaman seçme şansı dahi olmuyor. İslâm, görünür fuhşiyatı kamusal alanda men eder. Lakin bugün bu serbesttir. Etraf insanların nefsânî arzularını kamçılayacak tarzda neşriyat ve ortam ile doludur. Zira kapitalist ekonomi böyle çalışır. İslâm'ın meşru gördüğü poligami, cariyelik vesaire gibi meseleler zaten asırlar öncesinde kalmış feodal iktisadî sistemin tezahürleridir. Bugün tatbiki imkânsızdır. Söz gelimi bundan 500 sene evvel yaşamış bir Müslümanın ''evlenmek, cinsî hayatı gayrı meşruya düşmeden yaşamak'' gibi bir problemi eğer matematiksel olarak hesap edilirse 1 çıkıyorsa, bugün en az 1000 çıkar. Zira eskiden en azından sistem Müslümanların tarafındayken, bugün karşısındadır. Zina eden değil, etmeyen ayıplanmakta, hakir görülmekte, bunun en tabiî bir hak olduğu bir zamanlar üzerinde ayet yazılı olan meclis kürsüsünde kimi partiler ve mebuslarca müdafaa edilmektedir.

Kapitalizm, insana ölümü unutturmak üzerine çalışır. Mezarlıklar etrafındaki yüksek duvarlar, hep bundandır. ''İnsan hasbelkader içine girer de ölümü hatırlar, aman!'' fikriyle yapılmış işlerdir bunlar. Evvelâ İstanbul'da pek çok yere ulaşım ancak mezarlıkların içinden geçilerek mümkün olurdu, şimdi ise insanlar oralara girmeye korkar, ödü kopar. Belki Fatiha dahi bilmediği içindir... Lakin İslâm, ölümü çokça hatırlamayı salık verir. Ölümü unutmuş bir toplumda günah, haram, suç eksik olur mu? İşte, kapitalizm haramla ve günahla hemhâl bir sistem olduğundan, en temel maksadı, ölümü unutturmaktır. ''Ey insanlar, öleceksiniz; hem de çok kısa bir sürede! Kısıtlı bir süre içindeki basit anlık zevkler uğruna, ahiretini satanın ticareti ne kötüdür!'' diye bize nidâ eden melekleri duyamıyor olmamız, hitâbın bir hakikat olduğunu inkâr etmemize olanak tanımaz.

Türkiye'deki en çok günaha batık kesim, üniversite gençliğidir. Bunlar, ayrıca bu ülkeyi çok güzel idare edebileceklerine de kendilerini inandırmışlardır. Üniversite yıllarını Poznan'da bir barda geçirdi diye kendisini cihan allâmesi zanneden bu aklı evvellerin hiçbir konuda orijinal fikirleri yoktur. Bırakın yabancı dili, Türkçe dahi bilmezler. ''Umumî, harsî, beynelmilel, iştirak, mefhum'' gibi en basit kelimeleri bile bilmeyen, yazdığı 1000 kelimelik bir makalede 400 kelimeyi döndürüp dolaştırıp yazan, bir sınavda 70 sayfadan mes'ul tutulmasına isyan eden, sosyal medyanın kıytırık dilinden ve meşreplerine uygun çirkin esprilerden başka hiçbir maharetleri yok. Bugün bu ülkede yaklaşık 7 milyon üniversiteli talebe varmış. Bunlar kafadan 5 milyonu potansiyel işsizdir. Geri kalan 2 milyonunun bir milyonu KPSS, diğer bir milyonu da özel sektör için rekabet edeceklerdir. Zira kendilerini geliştirmek gibi bir hedefleri yoktur. Kütahya'da muhasebe okuyup bunu altı senede bitirebilen tiplerin herhangi bir meselede fikrine neden güvenelim?

Bu hususun nedenleri bellidir: sosyal medya, internet gibi vasıtalarla günaha batmanın çok daha kolay hale gelmesi, insanları tahrik eden ve ders çalışmaktan, işini yapmaktan alıkoyan pek çok şeyin daha ulaşılabilir olması, talebelerin ailelerinden asgarî miktarda edep almadan tahsile verilmesi... Tüm bu şartlar birleşince, İlahiyat mezunu olup da İslâm'ın beş şartını sayamayan, Tarih bölümünü bitirip de Bismarck'ı tanımayan nesiller yetişiyor. Gençlerin çoğu, üniversite okumaya ehil olmadıkları, doğru dürüst ilmî formasyonları olmadığı halde, sırf ''ortamı'' (yani alkol ve müstehcenlik) için üniversite seçmektedir. Yoksa her taraftaki saçma sapan üniversitelerin tercih edilmesini nasıl izah edebiliriz? Hiç kimse zanaat yapmak, teknik eleman olmak istemiyor. Hâlbuki bunlar esasen işinin ehliyse çok daha para kazanır ve müreffeh yaşarlar. Lakin gelin görün ki, üniversitelilerin derdi bu değil ki... Akılları sonradan başlarına geliyor. Bunlara yüz vermeyen, ev kiralamayan hacı amcalara selam olsun... Çoğu kimse bilmez, eskiden AKP dört bir tarafa üniversite açarken, Anadolu insanı bunları istemedi. Üniversiteler şehrin ahlâkını bozacak dediler. Bugün üniversite öğrencileri denen kımıl zararlıları, gittiği yeri ifsâd ve talan eden bir çekirge sürüsü gibidir. Anadolu'nun feraseti yine yanılmamıştır. Türkiye ne kadar iğrençlik ithal etmişse, müsebbibi bunlardır; bunlar Gezici, bunlar solcu, bunlar ateist, bunlar komünist... Gençlerin ne kadar aptal olduğunu öğretmenlik fakültesi sınavlarına vesaire bakarak anlayabiliriz; branş öğretmeni adayları, kendi alanlarındaki soruların yarısını yapamıyorlar. Sonra da kadro istiyorlar. Çünkü başka hiçbir şansları yok; aç kalmamak için küfrettikleri devlete muhtaçlar. Her neyse...

Bir diğer konu da insanımızın kalitesizliği... Bugünkü sıkıntımız şu ki; kırdan şehre yoğun göç tüm demografik dengemizi alt üst etti. Köy âdetleri şehre geldiği gibi, şehirde uygulanması imkânsız şeyleri köyde olduğu gibi uygulamak isteyen taşralı bir sınıf ortaya çıktı. Kadim anlayışımız olan ''mahalle kültürü, külliye modeli'' vesaire çöktüğü hâlde, insanımız her şeyle alâkadar olmak isteyen, o eski anlayışı sürdürmekte ısrar ediyor. Lakin bu, artık iğreti duruyor. Zira günümüzdeki dünyada böyle bir ortam yok. Artık apartman komşuları dahi birbirini tanımıyorken insanların birbirinin en mahrem meselelerine dahi muttali olmaya çalışması abes kalıyor. Avrupa'da bu durumu ortadan kaldırmak için bir oydaşma kültürü icâd edilebilmiştir. Yani bir nevî anlaşamamak üzere anlaşmak durumu... Bu mekanik sistemde, değerleri zaten kapitalist sisteme içkin olan Avrupalılar, babaları dahi geceleri ses çıkarsa polise verir, zerre muhatap olmazlar. Lakin bizde bu konuda çalışan iki seçenek vardır: bunlar laftan anlamadığı için gidip komşuya dayak atmak veya sineye çekmek. Bu kapitalistik oydaşma kültüründen ve ahlâk sisteminden mahrum olduğumuz için ve kapitalist sistemin içerisinde yine eski âdetlerimizi ve ahlâk sistemimizi uygulamaya çalıştığımız için çatışmalı bir toplumuz, insanımız nezaketsiz ve ahlâksız. Şehirlerde de tekkeler falan kalmadığı için, bu fonksiyonu yerine getirecek kurumlar da bulunamadığından, insanımız edep öğrenecek yer dahi bulamıyor. Köyden merkeze göçün getirdiği çarpık kentleşme, bizi işte bu kaliteden mahrum bıraktı; zira bu kesimin evlâdı artık ne köye dayalı organik bir tedrisattan, ne de bir tekke irşâdından geçme imkânına sahip. Bu husustaki araştırmaları ile meşhur Bedri Gencer, ''Din şehirde sünnet, köyde âdet olarak yaşanır'' diyor. Köyden kente gelenler âdet olarak yaşadıkları dini kaybederlerken, şehirde de tekke kalmadığından; yaşam tarzımız olan sünnet olgusu giderek yok oluyor. Hadis-i şerif boşu boşuna ''Ahir zamanda sünnetimi ihyâ edene 100 şehit sevabı vardır'' buyurmuyor. Yaşam tarzımızın çökmesi, inandığımız gibi yaşayamamıza, yaşadığımız gibi inanmamıza sebebiyet veriyor. Çağımızdaki nevzuhur itikadı bozuk hocaların bu denli alâka görmesi, insanların nefsinin hoşuna giden şeyler söylemesindendir; zira insan, yaşadığı gibi inanmak ister. Türkiye'nin başına gelen de budur.

Dolayısıyla, ben fikrî sefaletimizi de buna bağlıyorum. İslâmcı camiada isim yapmış hemen hiçbiri, taşralı veya İstanbul'lu olsun, belirli bir tekke tedrisatından ve ''salih zatlarla diz dize, dip dibe'' oturma şansından mahrum kalmamıştır. Bugün ise salih zatlar azaldığı gibi, onların sohbetinden bereketlenmekten başka bir imkân ve umut kalmamıştır. Bu sohbetlere gitmek yerine Instagram'ı tercih eden büyük bir gençlik kitlesi var olduğundan, gelecek adına pek ümitvar olmamalıyız. Eskiden fuhşiyat bu denli yaygın olmadığı ve insanları işinden gücünden edecek fazla malayanî uğraş var olmadığı için, gene bizim cenah pek çok fikir ve aksiyon adamı çıkarmıştır. Bugün, insanlarımız boş uğraşlara pek bir tutkun. Üstelik, artık buna erişecek parası da var...

Peki ne yapmalıyız? Evvelâ bedenimizi disiplinli tutmalıyız. Sabah namazını mutlaka ama mutlaka camilerde eda etmeliyiz, bu bir disiplin ruhudur. Belirli virdlerle zikre devam etmeli, sık sık oruç tutmalıyız. Beden rahat etmemeli. Allah'ı anmalı ve hatırlamalıyız ki, O da bizleri ansın ve günahlardan alıkoysun. Salih arkadaşlar edinmeliyiz. Onlarla birlikte olmalıyız. Sünnete ve fıtrata uygun âdetlerimize uyarak basit ve mütevazı yaşamalıyız. Dünya nimetlerine pek ehemmiyet vermemeli, lakin vakarımız ve şahsiyetimiz ile insanlarda saygı uyandıracak kadar da bunlardan faydalanmalıyız. Müslümanlar izzetli ve şerefli görünmelidir, pespâye ve zavallı değil.

Çocuklarımıza asgarî edep ve terbiye vermeden tahsile göndermemeliyiz. Mutlaka Kur'an ve namaz öğretmeliyiz. Mümkünse hafız olsun. Eğer akademik tahsili lüzumlu kılan bir kariyer edinecek biri değilse, tahsile değil, ticarete veya zanaate vermeliyiz. Bunların okulları vardır; turizm vesaire gibi. Emin olun ileride çok daha rahat edecektir.

İleride küffarın kazanması veya kazanmaması mühim değil, bizler kendimizi ve aile efradımızı kurtarmakla mükellefiz. Zira hadis-i şerif, ''Kıyamet kopmak üzere olsa dahi elinizdeki fidanı dikin'' diyor. Bu, ne olursa olsun iman yolunda, kendiniz ve insanlık için çalışmaya devam edin, bir an duraksamayın demektir. Tablet ve internet neslinden pek bir şey beklemek doğru değil ama yetiştirebilirsek, kendilerini kurtarmaları mümkün.



1 yorum:

  1. selamun aleyküm. sayın fenahuyluspazo üstad. benimle iletişime geçmen mümkünmüdür üstad?
    ben ekşi sözlükten mesaj atan arkadaş : ehlisunnetitikads.
    yolumu bulmakta zorlanıyorum ne yapıcam bilmiyorum emailim: hellcilld@gmail.com

    YanıtlaSil