8 Şubat 2019 Cuma

Sonsuz Azâb ve İlahî Adalet

Tüm dinlerin yahud inanç sistemlerinin kendilerini meşrûlaştırma sürecinde karşılaştığı bazı felsefî güçlükler vardır. Bunların meselâ en meşhur bir tanesi, "teodise problemi"dir. Kadir-i Mutlak ve tastamam "iyi" bir ilahın, dünyayı yarattıktan sonra bunca kötülüğe, felakete, ölüme, suça müdahale etmemesi, bu dünyada kimi insanların gördüğü kötü muameleye rağmen adaletin teşkil edilememesi, doğarken eşit olarak doğan insanların içerisinden birilerinin çıkıp, ötekilere tahakküm ve zulmetmesi, tüm dinlerin açıklamak mecburiyetinde olduğu felsefî bir problematiktir. Yani Tanrı'nın bu dünyadaki adaleti, teodise problemi açısından, sorgulanmaya muhtaç hale gelir. Her din, buna çeşitli cevaplar getirmiştir: Tanrı'nın bu dünyayı bir fakr içerisinde yarattığı, kıt kaynaklarla mâlûl ve mâişet derdiyle dolu bu acı dünyada hakikî bir mutluluğa kimsenin erişemeyeceği, izâfî bir refaha ve zenginliğe ise ancak sınırlı bir kitlenin erişebilecek olduğu, bunun da imtihan sırrı olduğu söylenir. Çünkü bu dünyada şayet adalet olsa idi, öte dünyaya ihtiyaç kalmazdı. Bu dünyada refah eşit olsa idi, zulüm olmasa idi, Mahkeme-i Kübra lüzumsuz olurdu. Bu dünyada her şeyden sonsuz miktarda, herkese yetecek kadar olsa idi, Cennet gibi bir tasavvur inşa edilemez idi. Dolayısıyla dinler, kendi anlam dünyaları açısından teodise problemini vuzuha erdirmiştir, denilebilir. Bilhassa İslâmiyet; Hıristiyanlığın aslî günah anlayışına karşı çıkıp aslen günahsızlığı ve yine Kilisece kurtuluş imkânını müdafaa eden İsevîliğe karşı, ferdî kurtuluş şansını savunmasıyla bu konuda dinler arasında mütesnâ bir konuma sahiptir. Yani dinimizce, kanaatimizce bu hususta bir problem yoktur.

Lakin günümüzde insan, Allah'ın sadece bu dünyadaki değil, ahiretteki adaletini de sorgulamaktadır. "Allah beni yaratırken bana sordu mu?", "Ben bu dünyaya gelmeyi istemez iken yaratıldım, bir de cehennemde mi yanacağım?", "Allah sonsuz olarak yakacağı kullarını kendisine inanmayacağını bildiği halde ne diye yaratıyor?", "Kazâ ve kader Allah'ın elinde değil mi, O'nun ilminin dışına çıkamayacağımıza göre ne diye yaptıklarımızdan mes'ul tutuluyoruz?", "Bilim adamları bilinç diye bir şey olmadığını, özgür iradenin sadece bir yanılsama olduğunu, insan kararlarının ekserisinin bilinçaltında, atomların çarpışmasından mürekkep birtakım kimyasal reaksiyonlar neticesi alındığını ispatladı; hepimiz işlediğimiz suçlara bir bakıma mecburuz, Allah da bizi yakacak mı yani?", "Sonsuz yakmayı, sonsuz merhametli Allah'a yakıştıramıyorum?" gibisinden suâller sorularak, mesele deşiliyor. Bunlara cevap vermemek, soranları terslemek, ahmaklık olur. Bu soruları sormak, ayıp ya da günah değildir. Hazret-i İbrahim bir Peygamber olduğu hâlde Allah'a "Ya Rabb, nasıl diriltiyorsun, bana göster!" deyince Allahü teâla, elbette ki bildiği hâlde, durumun abesliğini göstermek maksadıyla "Ne o, yoksa inanmıyor musun?" diye mukabele etmişti. Bunun üzerine İbrahim Aleyhisselâm, "İnanıyorum lakin kalbim de yatışsın" demişti. Allah da ona bunu göstererek, kalbini yatıştırdı. Ben de bu minvalde bir yazı yazmaya karar verdim. Gayret bizden, tevfik ise Allah'tandır. Belki Allahü teâla, burada andığımız Resulleri hürmetine, sözlerimize tesir, kalemimize kudret ihsân eder de, bunu okuyanlar istifâde ederler.

Şöyle bir temayla başlayalım: Allahü teâla üzerine bir şey vacib kılınabilir mi? Yani, "Allah bu işi yapmaya mecburdur yahud böyle yapmalıdır" denilebilir mi? Elbette ki denilemez. Yalnız İslâm kelam tarihinde, bunu diyenler olmuş. Mu'tezile ekolü böyle düşünüyordu. Bunlar, "Allah'ın sıfatlarından bir tanesi, "El Adl", yani "Âdil Olan" olduğuna göre, Allah her zaman, her kulu için, daima iyi olan, hayırlı olan bir şeyi ister; bunu kendi üzerine vacib kılmıştır, âdeti böyledir", demişlerdir. Bu sûretle Allah'ı tenzih ettiklerini, O'nu âdil kıldıklarını düşünüyorlardı. Fakat bu düşüncedeki sakatlık açıktır. Allah'ın her şeyi illetlere (sebeb) bağlı olarak yaratması ve takdir etmesi ayrı şeydir, O'nu bir şeylere "mecbur bırakmak" ayrı bir şeydir. Dolayısıyla bu fikre Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat akidesini kuran âlimlerimiz karşı çıkmışlar, Allah'ın hiçbir şeye mecbur filan olmadığını ilan etmek için, o devrin Mu'tezilî ekolüne mensub âlimlerinden Cübbâî ile şematik bir problem üzerinden tartışmışlardır. Bu problemi ortaya atan âlimin, Eş'arî olduğu iddia ediliyor.

"Üç Kardeş Meselesi" olarak bilinen bu problemde; biri imansız, biri mü'min, biri de çocukken vefat etmiş üç adet kardeş vardır. Eş'arî, Cübbâî'ye bu mesele hakkında ne düşündüğünü sorar. Cübbâî, kâfirin cehenneme, mü'minin cennete, küçüğün de imanla küfrden birini elde edemediği için azâb ya da menfaat göremeyeceğini, kurtulacağını ama yüksek derecelere ulaşamadan cennette Rabbi'nin inayetiyle bulunacağını söyler. Kendince meseleyi adilâne bir şekilde çözümlediğini düşünür. Bunun üzerine Eş'arî, çocuğun Allah'a "Ya Rabb, sen bana ömür verseydin, ben sana itaatkâr bir kul olur, cennetinde yükselirdim" diye itiraz edebileceğini söyleyince Cübbâî, Allah'ın "Ben senin ileride fâsıklık edeceğini, kâfir olacağını bildim; bundan ötürü canını aldım. Böylece azâbdan kurtulmuş oldun" şeklinde mukabele edeceğini iddia eder. Eş'arî konuyu istediği noktaya getirince, o zaman kâfirin de "Ya Rabb, sen benim de kâfir olacağımı biliyordun. O hâlde, benim niçin canımı almadın?" diye soracağını söyleyince, Cübbâî verecek bir cevap bulamaz. Eş'arî de böylece, Allah'ın hiçbir konuda üzerine vacib bir husus bulunmadığını, Allah'ın adaletinin de insanlarca sorgulanıp, anlaşılamayacağını böylece ispat etmiş olur.

Peki, size bir suâl: Cübbâî, bu işin içerisinden çıkabilir miydi? Evet, aslında çıkabilirdi. Çünkü Matüridî âlimleri de bu hususta Mute'zile ulemasına yakın düşünüyor. Eş'arîler, "Allah'ın adaleti sorgulanamaz, illa bir işi yapması için sebep olması gerekmez" derken, Mu'tezilîler, "Allah'ın en iyiyi takdir etmesi O'na vaciptir" diyorlardı. Matüridîler ise orta yolu bularak, "Allah abes, sebepsiz, illetsiz iş yapmaktan münezzehtir. Yaptığın her işi hikmetle, yerli yerince yapar. Lakin bu yaptıklarında mecbur değildir; zira mecburdur denilse, Allah'ın büyüklüğü ve kudreti küçültülmüş olur. Ayrıca bir şey için mecbur kılınmak demek, bundan ötürü sorgulanmak, mes'ul tutulmak demektir. Allah ise bunlardan münezzeh ve yücedir. O yaptıklarını, sadece dilediği için yapar" demiştir. Allahuâlem, doğrusu da budur.

Cübbâî, şunu söyleyebilirdi: "Allah yaptığı her işi tam bir hikmetle yapar. Fakat insan bunu ve tahakkuklarını hemen anlayamaz yahud sezemez. Bu hikmetin neticesini illa da o an sadece bir şeye yahud sebebe bağlamak zorunda değiliz. Belki de çocuk, ileride yaşasaydı sadece kendi kâfir olmayacak, anne ve babasını da kâfir edecekti. Yahud başka insanları da öldürecek idi. Allah belki buna mâni olmak için bu çocuğu küçükken öldürdü. Ayrıca belki de eğer kâfir küçükken ölseydi, ana babası yavrumuz küçükken öldü diye Allah'a isyan edecekti, Allah bunu öldürmedi, iki kişi kâfir olacağına, sadece bir kişi kâfir oldu. Bunların ilmi hep Allah katındadır. Biz sadece akıl yürütebiliriz."

Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Hazret-i Musa ile Hızır Aleyhisselâm kıssası da, tam olarak bunu anlatmıyor mu? Hazret-i Musa Hızır'ın yaptığı hiçbir işe mana veremeyip, "sen ne diye türlü türlü kötülükler işliyorsun?" diye suâl ettiği vakit Hazret-i Hızır, "Ben sana bunları anlayamayacağını söylemiştim" deyip, yolculuğun sonunda yaptığı işlerin aslında belirli hikmetlere tâbi olduğunu, fakat insan aklının Allah katındaki ilim olmadan bunları anlayamayacağını, takati yetmeyeceğini anlatıyor. Biz de bu "Allah'ın adaleti" meselesini, aklımızla kavrayabildiğimiz tek boyutlu bir şeymiş gibi kavramaktan vazgeçmeli ve doğru itikad üzerine olmalıyız. Zira düşününüz, aslında adalet, eşitlik demek değildir. Yani herkesin imtihanı, kendi adalet dairesi üzerindendir. Kimi cimridir, imtihanı cimrilik etmemektir; yani cimri olup olmamayı o seçmese de, din ona sadaka ver dediği zaman sadaka vererek, karakterinin o kötülüğünü örtbas edebiliyor ise, işte imtihanını kazanmıştır. Peygamberler, Allah'tan vahiy alırlar. Şimdi bu Peygamberlerin olması tek boyutlu adalet düzlemi içerisinden bakıldığında, zerre adil mi? Bu insanlar, Allahü teâla'dan vahiy alıyorlar. Direkt O'nunla muhatap oluyorlar. Yani Peygamberlerin Allah'a inanmama gibi bir ihtimali var mı? Elbette ki yok. Bunlar öte tarafta zerre yanmayacaklardır. Ama etraflıca olarak düşündüğünüz zaman, bunun da kendi içerisinde bir adaleti olduğunu kavrayabilirsiniz. Şöyle ki, bu insanlar bir hata yaptıklarında, azarı direkt ilahî kudretten işitirler. Bu onlara inanılmaz ağır gelir. Her zaman dosdoğru yaşamak zorundadırlar. Akıllarından tek bir kötü fikir dahi geçemez. Ekserisine doğru düzgün kimse inanmaz. Taşlanırlar, öldürülmeye çalışılırlar. Lakin işlerini bırakıp gidemezler. Kimine karıları, çocukları inanmaz. Bunun acısını yaşarlar. Dünyadaki yegâne hakikati biliyorsunuz, daha doğrusu size bildirilmiş, lakin kimse size inanmıyor. En yakınınız, biricik eşiniz, evlâdınız bile... Hayatları boyunca zerre haram işlememiş, Rabbi'nin bağışlamasını umarak iki kaçamak yapamamış insanlar bunlar. Ahirette de belki yanmayacaklar ama ümmetlerinin düştüğü durumdan mes'ul olacaklar, korkacaklar. O sıkıntıyı çekecekler. Bizler sadece kendi sıkıntımızı çekerken herkesi unutacağız. Lakin onlar, ümmetlerinden de mes'ul. Eh, bu insanların Allah'tan vahy alması diyelim ki âdil değil, evet. Peki bunlar âdil mi? İşte adalet, kıt insan aklının alamayacağı kadar çok boyutlu bir şeydir.

Allah'ın bu dünyadaki "adalet"ini böyle değerlendirmek gerekiyor. Allah hiç kimseye zulmetmez. Belki bazılarına ihsân ve lütuf eder. Bunda da nice hikmetler vardır. Lakin belki kavrarız, belki kavrayamayız. Bunu izah ettikten sonra, şimdi de işin ilahî kısmına geçelim. Yani, başta serd ettiğimiz suâllere.

1) "Allah Beni Yaratırken Bana Sordu Mu?"

Garib bir suâl. Şimdi felsefe yapmak istemiyorum fakat "var olmayan" bir şeye, "seni var edeyim mi" diye bir soru sorup, sonra onun cevabını alıp, ondan sonra yaratmak yahud yaratmamak, bir kere muhaldir. Yani böyle bir konuşma, bahis mevzuu olan kavramlarımız "Tanrı" ve "Yaratık, Mahlûk" açısından gerçekleşmesi imkânsız bir şey. Allah, zaten başta var olan, hatta mutasavvıflara göre şu anda dahi var olan yegâne şey. Bizler her daim yok oluşa doğru giderken, Allah sıfatlarıyla üstümüze tecellî ederek, âlemi ayakta tutuyor. Bizler bir gölgeden ibaretiz. Mesnevî'de dendiği gibi, "Biz var gibiyiz lakin yoğuz / Sen yok gibisin, lakin varsın". Dolayısıyla, Allah'tan gayrı bir varlık bulunmadığı, gölge varlık hâlinde dahi bulunmadığımız bir "yokluk" hâlinden bahsederken, Allah'ın böyle bir suâl sorması, bizim de yanıt vermemiz vesaire abestir. Zira Allah, tanımı ve tabiatı itibariyle, eğer bir şeyi var ediyorsa, o şey zaten var olmaya muhtaçtır ve var olacaktır. Gayrısı olamaz.

Lakin bildiğiniz gibi, Allahü tealâ Adem babamızı halk ettiği vakit, O'nun sülbünden gelecek tüm nesilleri çıkarmış ve onlara, "Ben Rabbiniz değil miyim?" diye sormuş, o ruhlar da "Evet, Sen bizim Rabbimizsin!" diye cevap vermişlerdir. Buradan ne anlamak gerekiyor? Demek ki, Allahü teâla, kendinden var olan yegâne varlık olmak sûretiyle, varlık mertebesine çıkartacağı her varlığı aslında Rabblerini bilecek bir fıtratta yaratmıştır. Bu, karşılıklı bir konuşma değildir. Henüz varlık safhasına çıkmamış, fakat çıkacak olmasıyla da bir şekilde "var olma" mertebesinde olan varlıklar, ontolojik olarak, Rabb'lerinde olmakla beraber, O'nu da biliyorlar, yüceliğini itiraf ediyorlardı.

Bu ayeti (A'raf, 172) Cüneyd-i Bağdâdî şöyle tefsir ediyor:
"Bu ayette Allah, size, Allah için var olmaları dışında, var olmadıkları bir zamanda onlara hitâb ettiğini bildiriyor. Bu varlık, genellikle Allah'ın yaratmış olduklarına atfedildiği gibi bir varlık tarzıyla aynı değildir. Bu varlık, yalnız Allah'ın bildiği ve O'nun haberdar olduğu türden bir varlıktır. Allah, onları kuşatan varlıklarını bilir ve başlangıçtan itibaren onlar daha var olmadıklarında ve bu dünyada var olacaklarından habersiz olduklarında, onları görür. Allah ile birlik halleri ve O'nun huzurundaki ebedî varlıkları içinde onlara varlıklarını bahşeden Allah'tır. (...) Onlar, yalnızca Allah'ın idrak etmiş olduğu kavramlar iken, Allah onlara kendi bilgisini verdi."
Demek ki var olacak şeyler, zaten var olmaya muhtaç idiler ve var olacaklardı. Ve zaten, ancak Allah'ın ilminde bildiği bir şekilde, Allah'ın kudreti ve ilminde mevcud, var idiler; lakin bu varlığın hakikati, bizim bildiğimizden farklı bir hakikat idi. Dolayısıyla, bu sorudaki ikinci abeslik de teolojiktir. Zira "var olmasa dahi var olan" bir mertebede, bir şeyin var olmasından başka bir çıkar yol da yoktur. 

2) "Allah İlelebet Cehennemde Yanacağını Bildiği Kullarını Niçin Yaratıyor?"

Zaten hepinizin sormak istediği soru buydu, değil mi? Aslında cevabı çok basit: bu dünyada sadece mü'minler olacak hâli yok ya? Öyle olsaydı, burası imtihan yurdu değil, Cennet'ül Alâ olur idi. Bu dünyada hayır da şer de, iyilik de kötülük de, tecavüz de evlilik de, hayat da ölüm de mecburen olmak zorundaydı. Çünkü imtihan maksadı, ancak böyle hasıl olabilirdi. Meseleyi tafsilatlandıralım:

İslâm âlimleri, hakikat ve mahiyeti üç kısma ayırıyor:

A- Bizzat Vacib'ül Vücud'dur. Yani varlığı zatının muktezası (gereği) olup, ayrılması muhaldir, imkânsızdır. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Bu, ancak Allahü teâla'dır.

B- Bizzat Mumteni'ul Vücud'dur. Yani varlığı muhaldir, imkânsızdır. Daima yoktur. Aklen, dinen, tabiaten olmayacak şeydir. Bi ara Feysbuk'da dile dolanan "Allah'ın haşa kaldıramayacağı taş" gibi. Böyle bir şey olmaz, çünkü mümkünâtsızdır. Buna böyle deniyor.

C- Mümkîn'ül Vücud'dur. Var olması ve yok olması mümkündür, imkân dahilindedir. Allah murad ederse bunları varlık mertebesine çıkartıp, yoktan var eder. Dilemezse, var olmamaya devam eder. Yahud var olanı da, bir süre sonra dileyip yok eder. Bunlar da üç çeşittir:

[aa]- Mahlûk ve Mevcuddur: Allahü teâla murad edip, bunları yaratmıştır. Bu satırları yazan ben, okuyan siz, güneş, ay, yıldızlar ve güzel hanımlar gibi.

[bb]- İleride Mevcud Olacaklar: Allah'ın sonradan dileyip yaratacağı şeylerdir. İleride nasip olursa doğacak evlâdınız gibi.

[cc]- Hiç Var Olmamış ve Olmayacak Şeyler: Yaratılması mümkün olduğu hâlde, Allah'ın murad edip de yaratmadığı ve yaratmayacağı şeylerdir. Meselâ altın kanatlı güvercin kuşu, başarılı Fenerbahçeli forvet gibi. Bunların var olması aklen ve dinen mümkündür. Muhal değildir, Allah dilerse bunları yaratır. Fakat dilememiş, yaratmamıştır. 

İslâm âlimlerine göre bu dünya, bir imtihan yurdu için, yaratılabilecek dünyaların en iyisi, doğrusu ve güzelidir. Bundan daha doğru ve güzel bir imtihan yurdu yaratılamazdı. Çünkü bu dünyada yaratılabilecek "mümkün" varlıkların hepsini Allahü teâla, bir imtihan gayesine matuf olarak yaratmıştır. Her şeyi büyük bir hikmetle, yerli yerine koymuştur. Kâfir olacağını bildiklerini de bu sebeple yaratmıştır. Dilerse, yaratmaz idi. Fakat o zaman "var olmanın yegâne sırrı olan imtihan" maksadı da hasıl olmaz idi. İnsanları, zaten yaratacaktı. Bunun da neden olduğunu, bir önceki yazımızda, şöyle anlatmaya çalışmış idik:
Peki insanın var olmasının sebeb-i hikmeti nedir? Şudur: Hazret-i Peygamberin veciz ifadesiyle, "Allah'ın var olduğu ve O'nunla beraber hiçbir şeyin var olmadığı" bir mertebede, Allahü teâla sonsuz rahmetiyle âlemleri ve âlemlerin nüvesi olan insanı halk etmeyi diledi. Niçin, çünkü çeşitli tasavvufî eserlerde bahsi geçtiği üzere, var olmak, aslında rahmet demektir. Var olmak, tabiî olarak iyidir, güzeldir. Allahü teâla, kendiliğinden, zâtı itibariyle var olduğu ve aynı zamanda da hüsn sahibi (güzel) bulunduğu için, bizler var olmanın güzel olduğunu, ancak hüsn sahiplerinin var olabileceğini anlıyoruz. Dolayısıyla Allahü teâla, aslında varlığı kendisi gibi vacib (mecburî) olmayan, opsiyonel (mümkin) varlık mertebesindeki beşer âlemini gerçek varlık mertebesine çıkartarak yaratmıştır. Çünkü Allahü teâla'da zâtı itibariyle güzele bir meyl vardır. Bu "meyl" ifadesinden hiç kimse bir şeyin Allahü teâla'yı bir şey yapmaya icbâr ettiği, mecbur bıraktığı manasını çıkarmamalı. Evet, belki Hakk teâla kendisi güzel olduğu, kendi varlığıyla var olmayı güzel kıldığı için, bizatihi bir güzellik ve varlık vesilesi olarak insanları, bitkileri, hayvanları, taşı, toprağı, bilmem filancayı hep bu sebeple var etmiştir fakat, kimi güzel şeyleri de yine mümkinât derecesinde bırakmış, var etmeyi dilememiştir. Çünkü bu nimetleri, cennete girmeye lâyık ehil kullarına vermeyi murâd etmiştir. Dolayısıyla bu dünya, bir imtihan yurdu için, muhakkık İslâm âlimlerinin ifadesiyle "mümkün âlemler içinde en iyisi" olarak yaratılmıştır.
Dolayısıyla bu dünyada küfr olmalı ki, imtihan olsun. Küfrün lüzumu da kâfirdir. Allah kimseyi kâfir kılmadı. Ezelî ve ebedî ilmiyle kâfir olduklarını bildi ve yarattı. İlim, malûma tâbidir. Bir atı bir ressam, at şeklinde çizer, çünkü o attır; ilmiyle o atın at şeklinde olduğunu görür, bilir ve bu sebeple o atı at şeklinde çizer. Yoksa o ressam, atı at şeklinde çizdi diye, o at at şekline girmiş değildir. 

3) "Kaza ve Kader Dışına Çıkamayız, O Halde İnanmayan İnanmamaya Mecburdur"

Bu hususu da, Allah'ın Hidayeti Nâsib Etmesi serlevhalı yazımızda tafsilatıyla anlatmıştık. İnsan hiçbir şey yapmaya mecbur değildir. Yukarıda dediğimiz gibi, ilim mâlûma tâbidir. Allahü teâla olacak şeyleri, olacağı için biliyor. Böyle olmayacak olsaydı, yine bilirdi. Bunu da yine Kader Nedir başlıklı yazımızda ifade etmiştik. Her İslâm eseri, bunu böyle anlatıyor. Meselâ Ziyaeddin Gümüşhanevî, Cami'ul Mütûn'unda şöyle söylüyor:
"Allah insanları yaratırken küfür ve imandan sâlim olarak yaratmıştır, yani mes'ul tutmamıştır. Akıl baliğ olduktan sonra, emir ve nehiylerine muhatap kılmıştır. Küfr eden kendi iradesiyle kâfir olmuş, inkâr ve küfründe Allah ona yardımcı olmamıştır. İman eden de kendi iradesiyle ve Allahın tevfiki ile mü'min olmuştur. Allah, hiç kimseyi imana yahud da küfre cebr etmemiştir."
"O halde hidayet ve delâletin Allah'tan olduğuna dair onca ayeti nereye koyacağız?" derseniz, ona da ilgili yazımızda cevap verdik. Fakat yukarıdaki iktibası yaptığım eserde de bu konuda güzel açıklamalar vardır:

"İtaat etmek, herkesin üzerine vacibdir. Bu da gene Allah'ın emri, sevmesi, rızası, kazası, hükmü, yaratması ve tefiki ile olur. İsyan etmek de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri, yaratması ve hükmü iledir. Sevmesi, rızası ve emri ile değildir. Sevâb Allah'ın lütfu, azâb ise adaletidir. İman ve hidayet Allah'ın fadlından, küfür ve dalalet ise adaletindendir. Fadl ve Adl, Allah'ın sıfatlarındandır. Hiç kimse Allah'ı zulüm ve hata ile tavsif edemez. Kullara düşen, teslimiyettir. Allah dilediğini hidayete, dilediğini ise dalalete sevk eder. Dalalete sevk etmek demek, onun doğru yola gitmesine yardım etmemesi demektir."

Yani Allah, dalalet isteyen kuluna yardım edip, onu hidayete çıkarmaz. Bu fiillerinden vazgeçmesi müstesnâ. Hidayeti isteyen herkese hidayeti nasib eder. Dilerse, istemeyene dahi ihsân eder. Fakat küfrde inad ve ısrar edene yardım etmeyerek, onu dalalette bırakır. Yoksa ona, "sen kâfir ol" diye emretmez.

4) "Özgür İrade Diye Bir Şey Olmadığını Bilim İspatlıyor, O Halde Niçin Yanacağız?"

Bu çok garip bir meseledir. Bundan yüz yıl evvel, 19. asırda İslâmiyet'i müşteşrikler, "kader inancı" sebebiyle pasiflikle, gerilikle, aktivizme düşman bir kadercilikle itham etmişler, Yunan aklıyla Hıristiyanlığın ise böyle olmadığı için terakki ettiğini ileri sürmüşlerdi. Terakki eden Batı, bugün de "özgür irade diye bir şey yok" diyormuş. Bunu diyenler, nörologlar ve genetikçilermiş. Aslında insanlar belirli suçlara genetik olarak "yatkın" olarak doğuyormuş. Bu meyyâlliğin dışında, insan bir fiili işlemek adına aldığı kararları, bilinciyle değil, bilinçaltı süreçler vasıtasıyla alıyormuş. Bilinç, sadece bu kimyasal reaksiyonlardan ve atomlardan müteşekkil bilinç dışı süreçlerinden süzülen birkaç tercih arasında "çok sınırlı" olmak kaydıyla muhayyermiş. Bu sebeple aslında suç ve ceza süreçlerinin aslında rehabilitasyon olarak sınırlandırılması gerekiyormuş, Cehennem ise bir rehabilitasyon merkezi değilmiş. Allah bunu bilmiyor muymuş, bu insanları bu genetikte ve beyin hasarlarıyla zaten Allah yaratmış, bir de ceza mı veriyormuş...

İlk olarak şu "bilinç-özgür irade" konusundan başlayayım. Nörologların ve genetikçilerin filan bu hususta konuşmalarını abes buluyorum. "Bilinç" denen şey, onu oluşturan madde planındaki taneciklere, atomlara, sinapslara, nöronlara vesaire indirgenebilecek bir şey değildir. Bilim adamları, işlerinin tabiatı gereği, bunlarla ilgileniyorlar. Ve bunlara bakıp, "her şeyin nedeni bunlardır" diyorlar. Hâlbuki, metodları gereği zaten o taneciklerden başka şeyleri sebep göremezler. İşte burada bilim, kör ve topal hâle geliyor. Bu hususta yönümüzü tayin edebilmek için felsefî düşünceden yardım almak zorundayız. Zira bu kafa, "Ben yemekleri parçaladım, böldüm; lezzet diye bir şey bulamadım. Demek ki lezzet denilen şey, atomlardan ibaret" de der. Hâlbuki lezzet denilen realite, illa onu oluşturan en küçük birimlere ircâ edilecek değil ya... Yani bir edebî eser sözlerden, kelimelerden müteşekkil. Fakat kendine ait bir gerçekliği var ki, onu okumaktan bir haz ve keyif hasıl oluyor. Bu soyutlama seviyesinde, "insana zevk veren neticede şu harfler" filan demek ne kadar abesse, bu tür konularda da "bilinç dediğin, özgür irade dediğin iki tane nöron" demek de o kadar abes oluyor. "Bilinç" dediğimiz kompleks yapı, kendisini oluşturan "şey"lerin toplamından daha fazla bir şey. Nasıl ki "toplum", kendisini oluşturan ferdlerin teker teker toplamından daha farklı ve büyük bir organizmadır, nasıl ki bir karınca kolonisi veya bir arı kovanı, işlevselliğiyle birkaç yüz arının yahud karıncanın bir arada bulunmasından daha farklı ve büyük bir şeydir, aynı şey bilinç için de söz konusudur. Bilinç, onu oluşturan taneciklere indirgenemez.

İkinci olarak, İslâmiyet insanların zaten "özgür bir iradeleri olduğunu" söylemiyor. Bilakis, insanların hür olmadığını, her an Allah'ın yardımı ve yaratımıyla var olduğunu, insanların fiillerini hakikatte yaratanın Allah olduğunu, lakin insanda sadece bir "Cüz'î İrade" ("özgür irade" değil!) bulunduğunu söylüyor. İnsan için kimi âlimler, "Fiillerinde muhtar, ihtiyarında mecbur" diyor. Yani istediğini işleyebilir ama ne isteyeceğini seçemez. İnsan durup dururken, "bugün de canım sinemaya gitmek istesin bakalım" diyor mu? Hayır, o şevk ve tasavvur, insan zihnine bir anda geliyor. Materyalistler, "atomlar yapıyor" diyor. Biz ise "Allahü teâla ilkâ ediyor" diyoruz. Peki, bu bizi bir şeye mecbur bırakıyor mu? Yani aklımızdan bir anda neş'et eden sebeplere uyup uymamak, yine bizim cüz'î irademize bağlıdır. İnsanın aklına "sinemaya gitmek" isteği uyandığı anda, bilinç çalışmaya başlayarak, bunun zıddını da oluşturuyor: yapayım mı, yapmayayım mı. Aynı bir sarkaç misali. Ama aynı anda da evde bir işim vardı, onu yapacaktım; o da aklıma geliyor. En nihayetinde, bir tanesini ben seçiyorum. Allahü teâla da seçtiğim fiili yaratıyor. Ve o iş, olmuş oluyor.

Şimdi buna bakıp da, "ben bunu yapmaya mecburdum, neden mes'ulüm" mü denilecek? Hanginiz hayatınızda bir şeyi resmen yapmaya mecbur bırakıldınız? Bunlar abes şeylerdir. İnsan, bu dünya için hürdür. Evet, tam anlamıyla özgür değildir; fakat yaptıklarından mes'ul olacak kadar da hürdür. Bizim aklımız, tam olarak hür olmadığımızı ve tam olarak yaptıklarımıza mecbur olmadığımızı bize söylüyor. İkisinin arasında bir yerdeyiz, fakat yerimizi tam olarak tayin edemiyoruz. Bunu tastamam ancak bizden farklı bir şekilde verileri toplayan, değerlendiren, üst bir varlık, superior bir varlık söyleyebilir. Allahü teâla da yaptıklarımızdan mes'ul olacak kadar hür olduğumuzu, bunun bu boyut için kâfi olduğunu bize bildiriyor. Çok sinirlendiğimiz bir anda elimizi kaldırıp, karşımızdakine vurmamamız, cüz'î irademizin sebeplerle cebr edilmediğini, bir seçim hakkının ve vücuda hükmetme kudretinin bulunduğunun en büyük delilidir.

Ve son olarak, insanların genetik olarak bazı şeylere meyyâl olarak yaratılması da, bir zulüm değildir. Çünkü İslâm, insanlara karakterlerini veya huylarını değiştirmelerini emretmiyor. İslâm kimseye heteroseksüel evlilik yap, demez. Zina ve livata yapma der. Yani karakterinin, genetiğinin menfîliğinde elbette ki senin bir suçun yok. Uçkuruna düşkün olabilirsin. Cimri olabilirsin. Lakin senin için zor olsa da, bu habis karakterinin tersini yaparak dine uy. Yani bunun üstünü ört. Cimriysen, zekâtı tastamam ver. Sadaka ver. Sevâbı daha bol olur. Uçkuruna düşkünsen, zina etme. Evlen, boşan, bi daha evlen. Ama zina etme. Kimse sana libidonu düşürecek ilaç al demiyor. Bu karakterinin üstünü örtmen, kendine hâkim olman kâfi. Kendine hâkim olamıyorsan, zaten rahatsızsın. Seksomanyaksın. Git, tedavi ol. O ayrı bir meseledir. Kimse kendine masal anlatmasın yani, mesele bundan ibarettir. DNA, kader değildir. Değil cimrilik, cinsel yönelim ve homoseksüalite bile sadece genlerle tayin edilmez. Bunu da önceki yazılarımızda ilmî araştırmalardan iktibasla aktarmıştık.

5) "Rahmeti Gazabını Geçen Bir Tanrı, Kendi Yarattıklarını Ne Diye İlelebet Cehenneme Atıyor? Norveç'te Doğsak Müslüman Olamayacaktık ve İlelebet Yanacak Mıydık? Sonlu Günah İçin Sonsuz Ceza Âdil Midir?"

Evvelâ ilk meseleden başlayalım: Allahü teâla bir hadis-i kudsî'de "Rahmetim, gazabımı geçmiştir" buyuruyor. Fakat tüm İbrahimî dinlerde olduğu gibi, İslâmiyet de sadece kendisine inananların cennete gireceğini, kâfirlerin ilelebet cehennemde kalacağını söylüyor. Hıristiyanlıkta da böyledir. Hıristiyanlara göre, sadece vaftiz olanlar cennete girebilir. Yahudilere göre Hıristiyanlar asla cennete giremez, zira onlarda teslis vardır; lakin Müslümanlar tevhid inançları sebebiyle cennete Allah dilerse girebilirler, fakat mevkiileri Yahudilere göre çok düşük derecede olur. Demek ki, her din, tabiatıyla kendi yolu dışındakileri sapık görüyor. Yoksa, elbette ki bu dine inanmanın bir anlamı olmazdı, değil mi? Söz gelimi, "bu dine uysanız da uymasanız da cennete gireceksiniz" denilen bir din olsa, bu dinin ancak patates dini olacağı, insan uydurması olduğu aşikâr olsa gerektir. Çünkü Tanrı böyle abes bir iş yapmaz. Madem o dine uymayanlar da cennete girecek, o hâlde o dine mensup olup, ibadet yapmanın ne anlamı vardır? Böyle iş mi olur? Dolayısıyla evet, icma ile sabittir ki, cehennemde kâfirlere azâbın inkıtaına (kesilmesine) inanmak, bid'at sahibi olmaktır.

Peki, şu hâlde, yukarıdaki hadis-i kudsîyi nasıl anlamak lazımdır? İmam-ı Rabbânî, meşhur Mektubât'ındaki 266. mektubunda şöyle yazıyor:
"Bu fakire göre, Allahü teâla'nın rızasını ve sevgisini kazanmak için, küfürden teberrî gibi, hiçbir amel ve ibadet yoktur. Kâfirlere ve küfre, Allahü teâla'nın zatı, kendisi düşmandır. İnsanların tapındıkları başka tüm mabudlar ve bunlara tapanlar, Allahü teâla'nın zatının düşmanlarıdır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu alçak işin cezasıdır. Nefislerin arzusu ve türlü günahlar ise, böyle değildir. Bunlara Allahü teâla'nın düşmanlığı, kendinden değil, sıfatlarındandır. Allahü teâla'nın günahkârlara kızması, kendi gazabı ile değil, gazab sıfatı iledir. Bunlara azâb etmesi, horlaması, hep sıfatları ve fiilleri iledir. Günahkârlar bunun için, cehennemde sonsuz kalmayacak, belki bunların çoğunu, isterse affedecektir. Allahü teâla'nın kâfirlere ve küfre düşmanlığı, zatından olduğu için, rahmet ve re'fet sıfatları, ahirette kâfirlere yetişemeyecek ve rahmet sıfatı, zatının düşmanlığını ortadan kaldıramayacaktır. Zatın düşmanlığı, sıfatın acımasından daha kuvvetlidir. Sıfat ile yapılan şey, zatın yaptığını değiştiremez. 'Rahmetim gazabımı aşmıştır', bunun manası, rahmet sıfatım, gazab sıfatımı aşmıştır demektir. Yoksa rahmet sıfatı, kâfirlere, müşriklere karşı olan, zatın gazabını aşar demek değildir."
Demek ki, kâfirlerin cehennemde ilelebet yanması haktır. Allah'ın "sonsuz rahmet sahibi" olmasıyla da bu durum, bir çelişki ifade etmez.

Sorunun ikinci meselesi ise aslında Allah'a layığıyla iman edememekten ötürü ortaya çıkıyor. Allahü teâla, yeryüzünde kendisini arayan kullarını, son nefesinde kendisine iman ettirmeye muktedir değil midir? İyi huylu, cömert, faydalı, efendi insanları; günahkâr olsunlar yahud olmasınlar, zatına son anlarında iman nasib edemez mi? İnsanların ilelebet yaşasalardı yapacakları işleri, Allahü teâla sonsuz ilmi ve kudretiyle bilmektedir. Sonsuza değin yaşasa, ilelebet küfr irtikâb edecek olan kimselere, Allahü teâla bu dünyada, kendileri arayıp bulmadıkça, iman vermeyecektir. Onlara imanı arama hususunda yardım etmeyecektir, bu da onları "dalâleti" olacaktır. Lakin böyle olmayanlara, Allahü teâla son nefesinden evvel iman verebilir. Bunu İsmail Hakkı Bursevî,"Ruhu'l Beyan" isimli muteber tefsirinde yazmaktadır.

Yani: Sonlu bir günah için verilecek sonsuz bir ceza âdildir. Çünkü cehennemde ilelebet yanacaklar, Allahü teâla'nın ezelî ilminde sonsuza değin dahi yaşasa, asla iman etmeyecek olan inatçı kâfirlerdir. Bunlara yapacak bir şey yoktur.

Bu konuyla ilgili son mesele de, İslâm âlimlerince kelam ilmi dahilinde tartışılmış, "Ehli Necâd, Fetret Ehli" meselesidir. Bunlar, iki Peygamber arasının kesildiği dönemlerde yaşamış, dinden imandan layığıyla haberi olmayan, dağlarda yaşayıp putlara tapan, lakin hiçbir şeye tapmayan veya din hayatında bir yer işgal edememiş kimselerdir. Bunların akıbeti ne olacaktır? Osmanlı Şeyhülislâmlarından Kadızâde Ahmed Efendi, müellifi olduğu "Büyük Amentü Şerhi"nde şöyle yazıyor:
"Velhasıl akıllı olana özür ve bahane yoktur. Eğer cahil, İslâm dinini işitmeyip, nazar ile sahih marifet elde ederse (doğru inanırsa), hakikaten mümin olup, cennetlik olur. Eğer iman yahud küfrden birini elde edemezse, mazur olup, hükmen mümin kılınıp, cennetlik olur. Küfr itikad ederse, mazur olmaz, kâfir olur. Cehennem ehli olur. Zira ehliyetnâmesi olduğ açıktır. Âlimlerin çoğu Ebu Hanife mezhebini böyle beyan ettiler. Bazıları, İmam-ı Azam'a göre, İslâm dinini duymayıp, küfr ve iman etmeyen mazur olduğu gibi, duyup da mukaddem tertiplerde (Allah'ın varlığı, birliğinde, doğru inanışta) hata edip kâfir olan dahi mazur olur, dediler. Eş'arî'de İslâm dinini duymayan, kâfir de olsa mazurdur. Ehl-i Cennettir. Buna delil, İsrâ sûresi onbeşinci ayet-i kerimesinin sonu olan: 'Biz bir ümmete Resul gönderip, hak yoluna davet etmeyince, azâb etmeyiz' kelamını göstermektedirler. Kâfirlerin küçükken ölen çocukları da mazur olup, ehl-i cennettir."

İmam Gazzâlî de, "İslâm'da Müsamaha" adıyla Türkçeye çevrilen eserinde, şöyle söylüyor:
"Hazret-i Muhammed'in dinini hiç işitmeyenlerle, ismini işitse bile vasıf ve hususiyetlerini işitmeyenler ve bu vasıfları, zıdlarıyla birlikte işitenler, rahmet-i ilahiyyenin şümûlünde olup, ehl-i necaddır. Bugün İslâm daveti kendilerine ulaşmayan Rumlar ve Türkler böyledir. Çünkü bunları Hazret-i Peygamberi belki işitmiştir amma, yalancı ve hayalî bir şahsiyet olarak işitmiştir."
İmam-ı Rabbânî de Mektubat'ındaki 259. Mektubunda bu meseleye şöyle temas ediyor:
"(...) Eski Yunanlıların ilk felesofları o kadar zeki ve kurnaz oldukları hâlde, bir yaradanın varlığını anlayamadılar. Bu kâinat, böyle gelmiş, böyle gider, canlılar da birbirinden ürer, bu böylece devam eder dediler. Cahillik devri geçip, yeni Peygamberlerin davetlerinin nuruyla âlem aydınlanınca, sonra gelen Yunan felesofları, o nurların ışıkları ile uyanarak, üstadlarının sözlerini reddetti. Bir yaradanın bulunduğunu kitaplarına yazdılar ve ispatladılar. O hâlde insan aklı, o büyüklerin nurları ile aydınlanmadıkça, bunu bulamıyor. Peygamberler olmadıkça, bizim düşüncelerimiz, doğru yola yaklaşamıyor. Ebu Mansur Matüridî ve yetiştirdiği büyükler, acaba neden, Allahü teâla'nın varlığını ve birliğini, aklın yalnız başına bulabileceğini söylediler? Dağda çölde yetişip de putlara tapanların, Peygamberlerden haberi olmasa bile, cehenneme gideceğini söylediler, akılları ile bulmaları lazımdı, dediler. Biz böyle anlamıyoruz. Bunların kendilerine, hakikat duyurulmadıkça, kâfir olmayacaklarını söylüyoruz. Bu haber de, Peygamberler vasıtasıyla gönderilmektedir. Evet Allahü teâla, aklı, doğru yolu bulması için yaratmış ise de, yalnız başına bulamaz. Akla o yol haber verilmedikçe, şiddetli azâb yapılmaz (...) Herkesin aklı, birçok dünya işlerinde bile şaşırıp yanılırken, iyiliklerine ve merhametine son bulunmayan sahibimizin, Peygamberleri ile haber vermeden, yalnız akılları ile bulamadıkları için kullarını sonsuz olarak ateşte yakacağını söylemek, bu fakire ağır geliyor."
Meşhur Osmanlı âlimi Ibn Abidin de Redd'ül Muhtar'ında, sahih kavlin, Eş'arî'nin kavli olduğunu, yani ehl-i necâdın, kâfir dahi olsa, yanmayacağını bildiriyor.

Görüldüğü üzere, bu mevzuların açıklaması böyledir. Fakat işte, zeki insanların aklına gelen şüphelerin sonu asla gelmez. Bu sefer de, "Ben burada doğdum, Müslüman oldum; Norveçli birisi demek ki cehennemde yanmayacakmış, o zaman keşke ben de Norveçli olsaydım, ben de kâfir gibi yaşasam da, ilelebet cehennemde yanmazdım" gibisinden fikirlere gark olur. Buna da birkaç şekilde cevap verebiliriz:

1) Cennet, Allah'ın bir ihsânıdır. cehennemse adaletidir. Bizi işlediklerimiz yüzünden sadece günahlarımız kadar yakıp, sonra yok da edebilirdi. Lakin cehennemden çıkacak olan en âdi ve vahşi kullarına bile, cenneti vaat ediyor. Bu bir lütuf, yani ihsandır. Cehennemde yanmak yahud yanmamak ise adalettir. Biz Allah'a, "Sen bunları kâfir olmasına rağmen cennetine aldın!" diye haşa itiraz edemeyiz. Çünkü o kendi ihsanıdır, adalete tâbi değildir. Bir dilenci, başka bir dilenciye verdiğiniz beş liraya göz dikip, "Bir beşlik de bana versene, bu adalet mi" dese, adama "Sen madde bağımlısı filan mısın" dersiniz. O hâlde aynı şeyi niçin Allah için düşünüyorsunuz?

2) İnsanlar kıyametin ardından, mahşerde toplanıp, günahlarının bir kısmı kadar zaten azâb göreceklerdir. Azâb, sadece cehennemde değildir. Dolayısıyla herkes hakkını alacaktır.

3) Nimet, külfete tâbidir. Adalet de budur, yoksa herkesi her şeyde eşitlemek değildir. Herkes istidâdına göre muamele görür. Bir elma ağacı, ayçiçek yağı vermekle mes'ul tutulamaz. Ehl-i Necâd, cennet ehlinden daha düşük mertebelerde olacaktır.

4) Önceden izah ettiğimiz gibi, Allah yaptığı her şeyi illetlere bağlı olarak yapar, abes iş yapmaz. Yani sen Norveçli olsan, belki öyle bir kâfir olacaktın ki, Ehl-i Necâd dahi sayılmayacak, direkt cehenneme gidecektin. Bunu Allah'tan gayrı kimse bilemez.

Evet, insan bir Tanrı'ya inanmak istemediği için, suçu hep başka şeylere atıyor. Allah'a inanıp inanmamak insanın elinde olduğu hâlde, "özgür irade aslında yok", "Allah dilese herkes iman ederdi", "Bu nasıl iyi bir Tanrı ki yarattıklarını yakıyor" gibisinden bilmiş bilmiş konuşuyor. Hâlbuki her şeyin makul bir sûrette izahı, bir konunun muhakkîkleri için daima mümkündür. Bunları araştırmak yerine, Allah'a inansa, aslında hiçbir problem olmayacak. Fakat insan, ziyanda ve hüsrandadır.

Bu yazımda benim şahsen aklıma gelen bu tür suâllere cevap vermeye çalıştım. İnşallah istifade olunur. Allah, sabredenler ve müttâkîler ile beraberdir.

1 yorum:

  1. Selamlar
    "Lakin cehennemden çıkacak olan en âdi ve vahşi kullarına bile, cenneti vaat ediyor" demişsiniz.Ehli sünnette de yaygın olarak olan görüş ufacık bir imani olup da müslüman olan kişilerin cezasıni çektikten sonra cenette gideceğidir.Eğer gerçekten bu şekildeyse alınan cezanın bir önemi kalmaz çünkü sonsuda bir zaman diliminde verilen bir ceza veya ödül aslında 0'dır.Bu dünya hayatında böyle değildir çünkü ortalama 80 yıllık bir yaşamda alınan 30-40 yıllık ceza çok fazladır ancak sonsuzda süre olarak sonsuz ceza veya ödül olmadığı sürece ceza veya ödül 0'dır çünkü eninde sonunda bitecektir.

    YanıtlaSil